Fetih İkliminde...

Fatih Sultan Mehmed Han (27 Receb 835) 30 Mart 1432 Pazar günü, Edirne Saray-ı hümayununda dünyaya geldi. Annesi Hadice Alime - Hüma Hanım İsfendiyaroğlu denilen Candaroğlulları'na mensubdur.

Küçük yaşda tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzade Mehmed, devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. Devrin büyük şahsiyetleri olan Akşemseddin, Molla Fenarî, Molla Güranî gibi zevatdan zahirî ve batınî ilimlerle tahsilini tamamladı.

Arabça, Farsça, Latince, Yunanca, Sırpça lisanlarını öğrendi. Ayrıca fen, teknik, tarih, coğrafya bilgileri hususunda zamanının değerli, dirayetli hocalarından ders alarak kendisini yetiştirdi.

Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı hükümdarları içinde hem en büyük asker, hem en büyük devlet ve siyaset adamı, hem de en büyük bilgi sahibi olanıdır.

Askerlikde Yavuz, Kanunî ve Yıldırım,

Devlet ve siyaset sahasında Kanunî ve Yavuz,

Alimlikde İkinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî ona erişememişler, fakat yaklaşmışlardır.

Fatihi esasen kendi eşsizliği ile başbaşa bırakmak, kimseyle mukayese etmemek doğru olur. Bazı tarihçiler onu, dünya tarihinin, en büyük şahsiyeti olarak ileri sürmüşlerdir. Yaptığı akıl almaz işlerle Batı Türkleri'nin asırlar sürecek olan refah ve saadetini hazırlamış, gelecek nesiller tarafından, hiç kimseye nasip olmayan bir tazim ve tekrim halesi içinde anılmıştır.

20'den fazla devleti ve bu arada üç imparatorluğu, tarih ve siyasi coğrafya sahasından silen Fatih Sultan Mehmed Han, fetihlerinin yanı sıra, iktisada ve bayındırlığa da son derece ehemmiyet vermişdir. İleride görüleceği üzere 30 yıllık iki saltanatı boyunca yalnız 380 cami inşa edildiğini söylemek, imar faaliyeti hakkında bir fikir vermeye kafidir. Kendisinden bir asır sonra 20 milyon km2?ye erişecek olan Türkiye İmparatorluğu'nun, gerçek kaynağı ve istinatgahı Fatih'in eseri olmuştur.

Türk tarihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihangirlerle doludur. Fatih Sultan Mehmed Han da bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yan yana yürütmüş, çağ açıp çağ kapatmıştır, İstanbul?u bütün ganimetleri içinde, firuze bir yüzüktaşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri, torunlarının torunlarına bırakmıştır.

Fatih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesur idi. Bu özelliğinin en güzel misalini Belgrad Muhasarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul'un Muhasarası'nda donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesaretinin en büyük örneğidir.

Askerî, siyasî sahada eşsiz bir deha idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin iş birliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itaatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezalandırırdı. Ordusunu plansız, düzensiz hareket ettirmez, macera hevesiyle kan dökmezdi. Otuz senelik saltanat devresinde, düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî birliğini sağlamaya dayanır. Bu gayeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek, durmadan, dinlenmeden, kış-yaz demeden savaştı.

Ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekamül ettirmişti. Ordu'nun silahları bir kaç sene içinde yenilenir ve daha mütekamilleri, eskileri yerine konurdu.

Yapacağı seferlerden, en yakınlarını bile haberdar etmez, bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. "Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem, onu yolar atarım" sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesi neticesinde, İsfendiyar Beyliği'ni ve Trabzon Rum İmparatorluğu?nu kolayca ele geçirdi. İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fatih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şairdir.

Teşkilatçı ve imarcı idi. Enderun mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.

FATİH SULTAN MEHMED HAN'IN EDİRNE SARAYINDAKİ TARİHİ NUTKU

"Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad, cidal ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Yaşlılarımız bu cihad ve savaşlara şahiddir. Ve bizzat onlara katılmışlardır.

Gençlerimiz de, bunların gazalarını, babalarından dinlemişlerdir. Bu uğurda pek çok yiğit ebedî aleme intikal etti. Yürekleri yüce hislerle dolu ve korkudan azade olan atalarımız en müthiş tehlikelere göğüs gererek büyük işler gördüler.

Ey yaşlı fedakarlar ve yiğit gençler!

Bu fetihlerin kolayca olmadığını ve emeksiz devlet elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü, yaralar açıldı. Ne kadar dul ve yetimlerin göz yaşları aktı. Nice engin dereler, coşkun ırmaklar, yalçın kayalar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirahatsiz ve tehlikeli geçti. İşte ecdadımız bu fevkalade zorluklara katlandı. Düşman karşısında bazan muvaffak olunamadı. Fakat hiç bir zaman istikbalden ümid kesilmedi. Ve galib gelinceye kadar uğraşdılar. Daima cihad yolunda kaldılar.

Felaket zamanlarında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevinç duymazlardı.

Bu sayede şanlı bir devlet kurdular, cihana da hamiyyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yanı mükemmel bir devlet bırakdılar.

Şimdi bize düşen vazife, devletimizin şanını yüceltmek ve hayırlı halefler olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şad etmekdir.

Sizlere tarife lüzum yoktur. İstanbul, memleketimizin ortasında müstesna bir beldedir. Bu kafirler uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır.

Rum hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları hep bilirsiniz. Dedem Bayezid'e karşı, Fransız, Cermen, Macar ve Ulah'ı kışkırtıp, askerlerini Tuna'dan gemilerle geçirip, devletimizi yıkmak, bizi Rumeli'den ve hatta Anadolu'dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin dedem onları, Allah'ın yardımı ile, Tuna'nın dalgalarına dökerek, devletimizi kurtardı. Yine dün babama karşı yapdığı hilelere bu gün de devam etmekte ve fırsat kollamaktadırlar.

Bu şehir (İstanbul) fethedilmedikçe, Bizans'ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir.

Zira memleketlerimizi, ortadan parçalayan bu şehir Rumlar elinde kaldıkça devletimiz, emniyette olamayacaktır. Eğer Rumlar şehrin muhafazasını, başka kuvvetli askerlere bırakırsa, bu bizim için daha tehlikeli olur. Biz muharebe vasıtalarımızla, gemi ve askerlerimizle, düşmana karşı çok üstünüz. Bu sebeble ya şehri kuşatıp hücumla alacağız, veya uzun bir muhasara ile teslime mecbur edeceğiz. Sür'atle harekete geçip, düşmanın devletimizin ortasında tahrik ve fesadına fırsat vermeyelim ve ecdadımıza layık olduğumuzu cihana gösterelim. Bizi hiçbir engel yolumuzdan döndüremeyecek ve hiç bir kuvvet satvetimize dayanamayacaktır. Ben ordunun başında sizinle beraber, birinci safda bulunacak ve hizmetlerinizi tebcil ile birlikte mükafatlandıracağım."

Tarihi ve siyasi durumu fevkalade güzel bir şekilde, ortaya koyan bu konuşma sonunda, İstanbul'u alma fikri, ittifakla kabul edilerek sefer hazırlıklarına başladılar.

İSTANBUL'UN FETHİ HAKKINDA KISA BİR MALUMAT

Sultan Mehmed Han umumî taarruzdan evvel, topladığı harb divanında, son emirlerini uzun ve müessir bir nutukla bildirdi. (Osmanoğulları'nın irticalen tesirli söz söyleme kabiliyetlerinin irsî olduğu malumdur ve bu, satvetlerine müessir olan hususlardan biridir.)

Sultan Mehmed Han, surlara ilk çıkacak olanlara, dirlikler ve mansıblar verileceğini, çıkan zabit ise, Subaşı ve Alaybeyi, Subaşı ise Sancakbeyi, Sancakbeyi ise Beylerbeyi, Beylerbeyi ise Vezir (Mareşal) yapacağını bildirdi ve ilan ettirdi.

2 Mayıs gecesi, bütün surlar boyunca, çepeçevre meş'aleler yakılıp, Türk ordugahında donanma yapıldı. Bu büyük donanmayı Dukas, şöyle anlatıyor:

"Akşam olunca, orduya dellaller göndererek bütün çadırların kuvvetli ziyalar ile tenvir olunmasını ve ateşler yakılmasını emretdi. Işıklar yandıktan sonra, hep birden yüksek sesle tekbir getirdiler. Karada ve denizde yakılan ışıklar, bütün İstanbul'u Galata'yı bütün gemileri ve karşı tarafda bulunan Üsküdar'ı, güneşin ışığından daha parlak bir şekilde aydınlatıyordu.

Denizin sathı, bütün şimşek ziyası kuvveti ile parlıyordu. Keşke yıldırım olsa idi; zira yıldırım yalnız tenvir etmiyor, yakıyor ve mahvediyor. Bizanslılar Türk ordusunda yangın çıkdığını zannediyorlar. Ve tamamiyle mahvolmalarını temenni ediyorlardı"

29 Mayıs sabahı güneş parlamadan Sultan Mehmed Han sabah namazını kıldı. Atına bindi. Bütün maiyeti ile ön saflara geldi. Güneşin ilk ışıkları ile şiddetli top ateşi başladı. Bu ateşin himayesinde asker, surlara tırmanmağa çalışıyordu. Bütün şehrin etrafında aynı anda, aynı şiddetle hücum başlamışdı. İstanbul çepeçevre tazyik ediliyordu. Mehter takımlarının ateşli nağmelerine, tekbir sedalarının mehabeti karışıyor, bu sesler kilometreler boyunca uzanıyordu. Bütün Bizans 28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gece uyumamışdı.

Ayasofya'daki ayinden çıkan XI. Konstantin Vlaherna, sarayında bir kaç saat dinlenip, Ayıos Romanos kapısına (Topkapısı) gelmişdi. Sultan Mehmed Han da Topkapısı'nın dış tarafında idi. Kat'î netice bu kesimde alınacaktı. Giustinianc bu sıralarda yaralanıp muharebe meydanından çekilecekti.

Sabah namazından sonra yapılan duadan ve padişahın kısa ve belağatli bir hitabesinden elektriklenmiş olan Türk Ordusunda, mehterler bütün güçleri ile döğerlerken en ileri saflarda Akşemseddin ve Sultan Mehmed Han'ın hocalarından en meşhuru olan Molla Gürani, müridleri olan derviş-gaziler arasında dolaşıp, askere cesaret veriyorlardı. Derviş gazilerin tekbir sadaları, dalga dalga Bizans surlarına aksediyor, çarpıyor, Orta Çağların en müstehkam kalesini aşıyor, dünyanın incisi ve şehirlerin imparatoriçesi sayılan, büyük beldenin içinde, uğultular halinde yayılıyordu. Auğustus'un meşru halefi oian XI. Konstantin, ağlayarak, müdafaya devam ediyor, kahramanlık gösteriyor, yerinden kımıldamıyor, fakat ardı arkası kesilmeyen Türk savletleri karşısında Bizans surlarının, sallandığını, yıkıldığını, açıldığını büyük teessürler içinde seyrediyordu.

"FETH-İ MÜBÎN"

Giustinini'nin çekilmesinden müdafaanın ani durgunluğu, vaziyeti bütün ruhu ile takip eden Sultan Fatih'in gözünden kaçmadı. Dördüncü saf Türk askerinin de Topkapısı surlarına tırmanması emrini verdi. Bu iradesini bildirdiği zaman, bunun nihai hücum olduğunu da kestirmiş bulunması lazımdır.

Ulubatlı Hasan adında küçük rütbeli ve pek genç bir subay, maiyetindeki 30 askerle beraber, diğer hücum kollarından evvel davrandı. Padişah'ın sancağını Topkapısı surları üzerine dikdi. Aynı anda Bizanslıların yüzlerce koldan tevcih etdikleri ateş, ok ve taşlarla şehid oldu. Fakat maiyetindeki 18 kişi de şehid olmakla beraber, diğer 12'si sancağı düşürmediler.

Türk bayrağını Topkapısı üzerinde gören ve ondan itibaren "Fatih" ünvanına hak kazanan Fatih Sultan Mehmed Han, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, senasına mazhar olmanın verdiği sevinçle, atından inip, toprağa secde ve Allahu Teala'ya hamd eyledi.

Ve Resulü ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, hadisi şeriflerinde buyurdukları:

"Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. İmdi onun emîri ne güzel bir emirdir ve ordusu ne güzel ordudur." kelam-ı şerifleri tahakkuk etmiştir.

ULUBATLI HASAN

İslamiyet henüz Mekke ve Medine'de bile tam olarak yayılmamış, Arab Yarımadasi'ndaki müşrikler hep birlikte bir avuç sahabe ordusunu imha etmek için planlar hazırlamağa başlamışlardır.

Buna rağmen Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem, değil Arabistan, İran?ın, İstanbul?un bile müslümanların eline geçeceğini haber veriyor ve İstanbul'u fethedecek ordu ve kumandan için de:

- İstanbul elbet fetholunacakdır. Onu fetheden ordu ne güzel ordudur. Ona kumanda eden emir ne güzel emirdir" buyuruyordu. Resulü ekrem sallallahü aleyhi ve sellem'in müjdelerine mazhar olan bu ordunun naçiz bir neferi veya kumandanı olmak için müslümanlar Kostantiniyye'ye defalarca cihad ordusu çıkarmışlardır. Ancak bu şeref yalnız yüce Hakan Fatih sultan Mehmed Han ve onun aziz askerlerine nasib olmuşdur.

İstanbul?un fethi başlı basma bir şehamet, cesaret ve Müslümana has feragat ve fedakarlıklar meşheridir. Tarihçi Feridun Fazıl'ın ifadesiyle bir Ulubatlı Hasan hadisesi bile bizleri heyecan ve hayretlere garketmekdedir.

Bundan beş asır evvel 28 Mayıs 1453'de Topkapı surları dışında kurulmuş olan Türk çadırlarında meş'aleler sabahlara kadar yanarken, Ulubatlı Hasan'ın heyecanı son raddesine gelmiş bulunuyordu. O, vaktile Resulü ekrem sallallahü aleyhi ve sellem'in medhine mazhar olan cihad ordusunun naçiz bir neferi olmak şerefine mutlaka kavuşmak azminde idi.

İstanbul'u muhasara eden orduların başkumandanı Sultan İkinci Mehmed Han ise, bütün hazırlıklarım tamamlamış idi. Bu gece sabaha kadar kimse uyumayacak, Fahr-i kainat sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin medhettiği gaziler son emri bekleyecekdi. Top ateşi fasılasız devam ediyordu. Kara tarafından yüzbin kişilik bir kuvvet ordugahın sağ cihetinde yaldızlı kapı karşısında, elli bin kişilik bir kuvvet de sol cihetde dizilmişdi. Padişah onbeş bin yeniçeri ile merkezde bulunuyordu. Yetmişden fazla harb sefinesi limanda idi.

Fatih sultan Mehmed Han, orduyu son bir defa daha gözden geçirmiş, askere şevk ve heyecan veren ayeti kerime ve hadisi şerifleri okumuş, surlara ilk çıkacakların birer İslam kahramanı sayılacaklarını bildirmişdi.

O gün vezirlerini, ordunun ileri gelen kumandanlarını, ömürlerini mensubiyeti ile iftihar etdikleri İslam'ı yaymak için cihad meydanların da geçirmiş, gün görmüş ihtiyarları huzuruna çağırmış, bir hitabede bulunmuşdu. Sözlerine şu cümlelerle başlıyordu:

- Ey benim paşalarım, beylerim, cihad arkadaşlarım! Sizi, cesaretinizi bir kat daha artırmak için buraya topladım. Bunu daima, lüzumundan fazla gösterdiniz. Cesaret ve şiddetiniz gayret ve hizmetiniz, her zaman görülen meşhudatımızdır.

Padişah bundan sonra, düşmanın durumu hakkında esaslı malumat vermiş ve konuşmasını şöyle bitirmişdi:

- Şimdi parlak bir cihad için yekdiğerinizi teşci ediniz. Zafer için üç şart esastır. Hulusi niyet, fena hareketlerden ictinab, emirlere itaat, yani kemal-i sükunetle ve intizam dahilinde verilen emirlere itaat ediniz, ettiriniz. îmanî heyecanın verdiği galeyan ile muharebeye koşunuz. Malik olduğunuz liyakati gösteriniz. Zillet geride, şehadet ileridedir. Bana gelince sizin başınızda döğüşeceğime yemin ederim. Herkesin ne suretle hareket edeceğini bizzat takib edeceğim. Şimdi mevkilerinize dönünüz. Çadırlarınıza gidiniz! Maiyetiniz efradı da aynı suretle hareket etsinler. Her tarafda bir sükün-ı mutlakın hükümran olmasını emrediniz. Badehu fecirle kalkar kalkmaz namazlarınızı kılıp askerlerinizi tam bir intizam içine sokunuz. Hiç bir şeyle ve hiç bir kimsenin tesiri ile temkininizi bozmayınız. Sakin ve müsterih olunuz. Fakat cenk borusunun sesini düyunca, sancakların rüzgarla temevvüc etdiğini görünce derhal ileri atılınız.

Ulu Hakan bu sözlerini bitirdiği zaman, paşalar ve beyler ağlıyordu. Zağanos Paşa arkadaşlarının bu hislerine tercüman oldu.

- Müslümanlığımızı isbat edeceğiz. Hepimiz din uğruna baş koyduk, padişahım.

O gece kimse uyumuyordu. Boğaziçi sahillerinde ve Galata tepelerindeki çadırlar sanki nur gibi parlıyordu. Genç hükümdar, yorganını kaldırmadığı yatağının üzerinde oturmuştu. Yüksek sesle kainatın mutlak hakimine yalvarıyordu:

- "Ya İlahî, bir bölük ümmeti yerindirme, düşmanlarımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl!"

Çadırın dışında hıçkırıklarla karışık bir ses yükseldi:

-"Amin...Amin.."

Bu kimdi? Gecenin bu vaktinde padişahın çadırı dışında ne arıyordu? Yoksa muhafızlar mı idi? Onlar bile olsa ne cür'etle müdahalede bulunabilirlerdi. Yerinden kalkdı. Hayret... Biraz ileride çimenlere oturmuş genç bir adam, ellerini göğe kaldırmış biraz evvelki duayı tekrarlıyordu:

- Ya ilahi, bir bölük ümmeti yerindirme, düşmanlarımı sevindirme, bizi muzaffer kıl!" Fatih Sultan Mehmed Han:

- Orada ne ararsınız? Kimsiniz?.. diye seslendi. Genç adam oturduğu yerden kalkmışdı:

- Ulubatlı Hasan kulunuzum. Seni muzaffer kılması için Cenab-ı Hakk'a yalvarırım, dedi.

Padişah bu sesin sahibini tanıyordu. Babası, Sultan İkinci Murad zamanında bergüzar kalmış bir kahramandı. Ölüme gönüllü giden kimselerdendi. Kızmadı, mülayim bir sesle:

- Var istirahat eyle Hasan, yarın cihad günüdür, dedi. Ulubatlı Hasan'ın recası vardı. Onun için buraya kadar gelmişdi. Vezir Paşa onu ikinci vuruşacak bir müfrezenin başına koymuşdu. Halbuki ilk safda döğüşeceklerle beraber bulunmak istiyordu. Arzusunu birkaç cümle ile söyledi. Sultan Mehmed bu temiz kalbli bahadıra yaklaşdı:

- "Bunun bir hikmeti var" dedi.

Ulubatlı Hasan, padişahdan afvını isteyerek uzaklaşdı. acaba bu hikmet ne idi? Arkadaşlarının yanına giderken hep bunu düşünüyordu.

29 Mayıs 1453'de şafak sökmeden evvel Türk toplarının, müthiş tarrakaları, surları döverken borular hücum işaretlerini vermişdi. Biraz sonra hava aydınlanmış, padişahın muazzam sancağı çıkarılmış, herkesin görebilmesi için semaya doğru çekilmişdi. Hücum eden Türk askerleri ile ümidsiz fakat anüdane mukavemet gösteren imparator askerleri arasında amansız bir mücadele başlamış idi. Gedikler açılıyor, kapanıyor, davul ve çan sesleri arasında dost düşman biribirine karışıyor idi. İlk hatda döğüşenler tam bir muvaffakiyet gösteremiyorlar idi. Ulubatlı Hasan Fatih Sultan Mehmed Han'ın "Hikmet" kelimesinden neyi kastetdiğini şimdi anlamış idi. Bunlar erimeğe mahkum zaif kuvvetlerdi. Esas hücumu ikinci safta olanlar yapacak idi. Bununla beraber Hasan yerinde duramıyor, arkadaşlarına derd yanıyordu. Bütün korkusu, kendisi savaşa katılmadan fethin tamamlanması idi. Vaktiyle babasının şehid olduğu ikinci Kosova Meydan Muharebesi'nde o da bulunmuş temeyyüz etmişdi. Bu gün de bütün kalbi şehid olmak arzusu ile doluydu.

İlk başda savaşanlar, yavaş yavaş erimiş, sıra ikinci hatta gelmişdi. Ulubatlı Hasan artık yerinde duramıyordu:

- Vezirler daha ne beklerler, bize neden müsaade etmezler? diye arkadaşlarına soruyordu.

Nihayet beklenen emir gelmişdi. Hasan ve arkadaşları Fetih Süresinden ayetler okuyarak, surlara doğru yalın kılıç koşdular. Surların üstünden, taş, yağlı paçavralar, oklar atılıyor, duvarlara çıkmağa imkan verilmiyordu. Hendekler şehidlerle dolmuşdu. Ulubatlı ve arkadaşları düşman ateşine, fedakar göğüslerini siper ederek kal'a duvarlarına tırmanmağa çalışıyorlardı. Bir ara surlarda akisler yapan bir nara duyuldu:

- Ne durursuz? Şahbazlarım, atılın arslanlarım!" Bu, tarihe hükmeden hazreti Fatihin sesi idi. Hasan kendinden geçmişdi. Zevkine doyulmaz bir heyecan ile ileri atılıyordu. O da arkadaşlarına cesaret veriyor, o da coşturucu naralar atıyordu:

- "Vurun kardeşlerim, Allah için vurun!"

İşte Fatih'in sancakdarı ateş hattına kadar gelmişdi. Onların gölgesinde döğüşmekden, şehidlik mertebesine ulaşmakdan büyük mertebe ne olabilirdi. Hasan muradına nail oldu. Şahinler gibi tırmanarak surlardan içeri çıkdı. 32 arkadaşı da arkasından geliyordu. Ok yağmuru altında bayrağı dikdi. Üzerine gelenlere sağ elindeki kılıcı ile mukabele ediyor, sol eli ile de bayrağı tutuyordu. Vücudu delik deşik olmuşdu. Artık kendisine, bunca meydanlarda, zaferler bahşetmiş olan, baba yadigarı kılıcı sallayamıyor, fakat iki eliyle bayrağa sarılmış, onu bırakmıyordu. Şimdi o civarda bulunan yeniçeriler coşmuştu.

"-Allah!... Allah!.."

Sadaları ile atılıyorlar, Ezan-ı Muhamedi okuyarak ateşe giriyorlardı. Bayrağı indirmemek, biraz sonra Ulubatlı Hasan'ın boş kalacak yerini doldurmak lazımdı. Hasan bayrağı öpmek istiyormuş gibi son takatim şart ederek doğruldu. Sonra birden surların üzerine düşdü.

Artık Ulubatlı Hasan, son arzusuna nail olmuş, şehitler kervanına o da katılmışdi.

Müslümanların imanlı evladı, Fedakar Ulubatlı! Seni, tarihin şerefli levhalarında her zaman muhabbetle yad edecek, ulvî mefküreni kıyamete kadar devam etdireceğiz.

PAYLAŞ:                

Sâdık Dânâ

Konya Kadınhanı’nda doğdu. Babası hayır sever bir tüccar olan Ahmed Hamdi Bey, annesi Âdile Hanım’dır. Dedesinin babası Topbaşzâde Ahmed Kudsi Efendi (ö. 1889), Hâlid el-Bağdâdî’nin halifelerinden Boz

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle