Maddi ve Manevî Acıyı Dindirme Zamanı

Ruhun sükûnu ve tesellisi, aynı duygularla samimi olarak buluşabilmek, bedenin sükûnu ise fıtrî ihtiyaçların karşılanabilmesidir. Yüce dinimiz, hayırlı ümmet olarak vasıflandırdığı mü’minler arasındaki bu iki ilişkiyi en ideal şekilde ilahi ve nebevi ölçülerle tanzim etmiştir. Mü’min kardeşine gıyabi duaların, ta’ziyelerin ve tesellilerin yanında, olanı paylaşmayı Hakk’ın rızasına medâr olacak en makbûl bir amel olarak telkin etmiştir.

Yüce Rabbimizin has ismi, lafzatullah olarak ifade edilen “Allah” celle celâlühüdür. Bu has isme en yakın ve her an O’nunla birlikte zikredilen iki sıfatı ise “Rahman ve Rahim” isimleridir. Müslüman her hayırlı işe Allah, Rahman ve Rahim diye başlarken hiçbir işinde Yüce “Allah”tan gâfil olmadığı, “Rahman” ve “Rahîm” isimlerini zikrederek de mü’minin aslî tabiatının ve ana vasfının “merhamet” üzerine mayalandığı şuûrundadır.

Rahman ve Rahîm sıfatlarını has ismine en yakın isimler olarak zikreden Yüce Rabbimiz, yarattıkları içinde kendisine en sevgili olan Habib-i Edîbini de “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) buyurmakla insanlığa bir “Rahmet elçisi” olarak göndermiştir.

Rasûlullah Efendimiz hakkında yeminle “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyuruluyor. O bütün ahlâkî güzellikleri sadece yüce şahsiyetinde toplamakla kalmamış, Rasûl olarak gönderilişinin hikmet ve sebebini bunları bizzat yaşayarak göstermiş, o yüce ahlâkı bütün insanlığa tebliğ etmiştir.

Sevgili Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-in mübârek terbiyesinde yetişen, ondan sonraki nesillere güzellikler nakleden her sahâbî, her şeyden önce O’nun, ümmetine yani bütün mü’minlere olan engin şefkat ve merhametinden söz açmıştır.

Hazret-i Ali -kerremallâhu- Efendimiz’i anlatırken:

-“O -sallallâhu aleyhi ve sellem- insanların en çok eli açık olanı, sıkıntılara göğüs germe bakımından göğsü en geniş olanı, en doğru sözlüsü, en güzel ve yumuşak tabiatlı olup kabile ve akrabasına en çok ikramda bulunan bir zat idi. Kendisinden istenilen bir şey varsa verir, -o anda olmayıp- bulma imkânı varsa söz verir, bunlar olmadığı takdirde sükût ederdi.” buyuruyor.

Allah Rasûlü’nün güzel ahlâkının en muhteşem tezahürlerinden birisi ümmetine, tarihin bir benzerini görmediği, bir rahmet örneği olarak bıraktığı Ensar-Muhacir kardeşliği idi. Medineli mü’minler, Mekke’den hicret edip gelen kardeşlerini evlerine, bahçelerine ortak etmişler, daha da ötede birbirlerine mirasçı olacak kadar fedakârlıkta ileri gitmişlerdi. Ancak bu son husus âyet-i celileler ile uygulamadan kaldırılmıştır.

Sahabede Allah Rasûlü’nden gördükleri kardeşlik, yardımlaşma ve kardeşini kendisine tercih ahlâkı kişiliklerine öyle işlemiştir ki, Yermuk harbinde son nefeslerini vermek üzere olan üç sahabi bir bardak suyu birbirlerine ikram etmek için yarışmış, bu yarış içinde üçü de vefat etmiş, o su ortada kalmıştır.

Allah Rasûlü Sevgili Efendimiz, ihtiyaç sahibi bir kula sunulan bir yemeğin, susuz bir insana ikram edilen bir bardak suyun, aslında bütün bunları yaratan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan bizzat Cenab-ı Hakk’a sunulmuş olacağını, bir hastaya yapılan bir ziyaretin bizzat Hak Teâlâ’ya yapılmış hükmünde olduğunu beyan ederken mü’minler arasında en güçlü bağları kurmuştu.

Yetim kızların keçilerini sağma işini bizzat kendisi yapan Hazret-i Ebûbekir -radıyallahu anh- bu hizmetine hilâfeti döneminde devam etmişti. Yetimlerinin başındaki kimsesiz anneye gidecek yardım çuvalını kendi sırtında taşıyan Halife Ömer -radıyallahu anh- da insanlık tarihine İslam ahlâkı, mü’min yüreği adına emsalsiz bir örnek bırakmıştır. Zira onlar Allah Rasûlü’nün bu husustaki bizzat uygulamalarını ve nebevi hatırlatmalarını “duyduk ve aynen itaat ettik” diyerek bir seciyye-i asliye haline getirmişlerdi. Şöyle ki:

İbn-i Ömer -radıyallahu anh- Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu nakleder:

-“Bir müslüman diğer bir müslümanın kardeşi olup ona asla haksızlık etmez. Ona zulmedecek birine de kardeşini teslim etmez. Kim bir mü’minin gam ve kederini izâle eder, giderirse Allah Teâlâ hazretleri o kimseden kıyamet gününün gam ve hüzünlerini giderir. (Buhari)

Farzları ifadan sonra en mühim ibadet mü’min kardeşlerimizin kalblerine sürur vermektir. İnsan bir yönüyle ruh/iç dünyadan, bir yönü ile bedenden ibarettir. Dolayısı ile merhamet de sadece içteki bir acıma duygusu değildir. Mü’min kardeşini önce gönlüne almak, sonra da maddi ve mânevî vasıtalarla onu gönlündeki acıyı dindirebilmek esastır.

Ruhun sükûnu ve tesellisi, aynı duygularla samimi olarak buluşabilmek, bedenin sükûnu ise fıtrî ihtiyaçların karşılanabilmesidir. Yüce dinimiz, hayırlı ümmet olarak vasıflandırdığı mü’minler arasındaki bu iki ilişkiyi en ideal şekilde ilahi ve nebevi ölçülerle tanzim etmiştir. Mü’min kardeşine gıyabi duaların, ta’ziyelerin ve tesellilerin yanında, olanı paylaşmayı Hakk’ın rızasına medâr olacak en makbûl bir amel olarak telkin etmiştir.

Asırlar içinde ilahi beyanları, nebevî ve sahabi uygulamaları bir hayat ölçüsü olarak yaşayan Allah dostları da bu kardeşlik ahlâkı hususunda hem bizzat kendileri örnek olmuşlar hem de etraflarındaki dostlarını bu hizmetlere koşturmuşlardır. Geçtiğimiz ay yaşadığımız deprem afeti bu ahlâkı yaşama ve ispat etme, dolayısıyla kardeşlerimizin dertleriyle dertlenme zaruretini ortaya koymuştur. Bilvesile depremde hayatını kaybeden kardeşlerimize rahmet diliyor, yaralılara acil şifalar niyaz ediyoruz. Evlerini ve yakınlarını kaybeden kardeşlerimizin acısı acımızdır.

Altın silsilenin önemli şahsiyetlerinden Ebu’l-Hasan Harekanî -rahmetullahi aleyh-in “Türkistan’dan ta Şam diyarına kadar bir coğrafyada, bir mü’minin ayağına bir diken batmışsa, o diken önce benim yüreğime batar” buyurması ile Hz. Mevlana’nın “Şems bana bir tek şey öğretti; o da yeryüzünde üşüyen bir mü’min varsa, ben de üşürüm” ifadesi bu günlerde tekrar tekrar gündemimize düşecek büyük sözlerdir.

Afrika’nın masum çocuklarının, Kudüs’de Mescid-i Aksa’nın mazlum mü’minlerinin dualarında ve yardımlarında yaşanılan acılara ortak olunması ümmet-i Muhammed’den olmanın ayrı bir şükrünü gerektiriyor. Gün sabır, metanet ile sıkıntılara çare olabilmek, şefkat ve merhamet kanatlarımızı açabilmek zamanıdır. Hakkında “Size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128) buyrulan bir peygamberin ümmetiyiz. Şu an sıkıntıda olanlar da yine O’nun ümmeti…

Ger seversen Mustafa’yı ey hümâm

Aşk ile de es-salâtü ve’s-selam…

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle