Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a)- 11

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nʼeyleyeyim dünyayı?

Bana Allâhʼım gerek.

Gerekmez mâsivâyı,

Bana Allâhʼım gerek…

[Cenâb-ı Hak;

Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor. Yani bu fânî cihanda, Rabbimizʼe râzı olacağı hâl ve amellerle kulluğumuzu arz etmek için bulunuyoruz.

Fakat Cenâb-ı Hak insana ilâhî imtihan hikmetine binâen bir nefis engeli vermiş, dünya ve içindeki nîmetleri de nefsi kendine cezbedecek bir vasıfta yaratmıştır.

İşte müʼminin asıl kıymeti de, nefsinin arzu ve iştihâlarına rağmen dünya ihtirâsını aşarak her hâlükârda Rabbine yönelmesinde ve yalnızca Oʼnun kulu olduğunu ibadetleriyle ispat etmesindedir.

Hikmet ehli, kalbi gaflete sürükleyip Cenâb-ı Hak’tan alıkoyan her şeyi mâsivâ ve dünya olarak târif etmişlerdir.

Kulun Cenâb-ı Hakkʼa yakın olması ve Allah ile beraberliğin huzurunu tatması için, kalbinden gaflet perdelerini bertaraf etmesi elzemdir. Bu perdelerin başında ise dünya muhabbeti” gelir.

Fakat kalpten atılması gereken “dünya muhabbeti”nin mâhiyetini doğru anlamak gerekir. Hazret-i Mevlânâ der ki:

Dünya, Allahtan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Haktan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”

Yani kula bu cihanda bulunma gâyesini unutturan, onu Rabbinden gâfil bırakan ve Allah muhabbetinin önüne geçen bütün fânî muhabbetler, bu cümledendir.

Buna göre müʼminin vazifesi; ilâhî imtihan vesîleleri olan can, evlât, mal-mülk, makam-mevkî vesâireyi terk etmek değil, onlara hadd-i lâyığından fazla değer vermemektir.

Dindarlık ve takvâ; dünyadan el etek çekmek değil, tıpkı Süleyman (r.a) misâli, dünya muhabbetini kalbe sokmamak ve hiçbir şeyi Allah muhabbetinin önüne geçirmemektir.

Nitekim, nakledildiğine göre bir karınca, Süleyman (r.a)’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusunu görünce diğer karıncalara:

“–Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” diye seslendi.

Bu sözleri işiten Süleyman (r.a):

“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Benim dünya hayatım da sınırlıdır. Lâkin bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ise sonsuzdur!” dedi. O muazzam dünya saltanatına rağmen, Rabbine kulluğunu aslâ ihmâl etmedi.

Allahʼtan gâfil kalma endişesiyle kalbi dünya muhabbetlerinden korumanın zühd ve takvâ îcâbı olduğu, bir gerçektir. Lâkin bu, fiilî ve zâhirî değil, kalbî bir hassâsiyettir. Yani mühim olan, dünya nîmetleri ile meşgul olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd ve takvâ, fakirlik demek değil; zengin-fakir her mü’mine gerekli olan bir kalbî kıvamdır.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ganimetlerin beşte biri gelirdi; dilese gayet zengin bir hayat sürebilirdi. Fakat O, yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül vermişti. Bu sebeple kifâyet miktarıyla yetinip geriye kalanı infâk ederek zâhidâne bir hayatı, gönüllü ve irâdî olarak tercih ediyordu.

Şayet bir kul, ilâhî takdir neticesinde fakr u zarûret içinde yaşarken, gönül dünyası dâimâ dünyevî arzuların çalkantısı içindeyse, o kimse zühd ve takvâ ehli sayılamaz. Zira zühd ve takvâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat etmek değil; irâdî olarak kalbi dünyaya esîr olmaktan muhafaza etmektir.

Şu kıssa, bu düstûru ne güzel îzah etmektedir:

Büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdat şehrinde, nur yüzlü, genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:

“‒Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edebileceği bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!..” der. Fakat bir an murâkabeye dalıp gencin kalp âlemine teveccüh edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşguliyette olsa da, kalp Rabbiyle beraber ve zâkir durumda… Bu sefer:

“‒Mâşâallâh! El kârda, gönül Yârʼda!..” buyurarak genci takdir eder.

Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“‒Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.

Sonra onun da kalbine nazar edince anlar ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzun olur.

Kıssadan da anlaşılacağı üzere, mühim olan; dünyevî meşgaleleri, Rabbini unutmadan, kulluk vazifelerini ihmâl etmeden devam ettirebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak böyle kullarını âyet-i kerîmede medhederek şöyle buyuruyor:

Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâhʼı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Yine Cenâb-ı Hak:

Allâhʼın sana verdiğinden (Oʼnun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma!..” (el-Kasas, 77) buyuruyor.

Demek ki yanlış olan; dünyadan nasîbini aramak değil, kulluk vazifelerini ihmâl edecek derecede ona gönül kaptırmak, hırsa kapılıp haramlara bulaşmak, israf veya cimrilik edip dünyanın âdeta esiri olmaktır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Derdmend insan, gör nʼider;

Muttasıl dünyâ cem ider,

Âhir bunda koyup gider,

Nicʼolur bizim hâlimiz?

Gönlü dünya derdiyle dolu insana bir bak ki zamanını nelerle ziyan eder? Hiç durmadan dünyalık toplayıp durur. Fakat son nefeste onları bırakıp gider. Ne olacak bizim hâlimiz?!”

[Dünya pazarının gözleri kamaştıran, gönülleri cezbeden, uğruna ömür tüketilen fânî metâları, yine dünyada kalır. Dolayısıyla dünyayı âbâd etmek için çırpınıp âhiretini berbâd etmek, en büyük hamâkattir. Dünyalık uğruna, kulluğundan tâvizler vererek âhiretini tehlikeye atacak hâl ve davranışlara sürüklenmek, ne dehşetli bir aldanıştır!

Dünya hayatında Allah rızâsı yerine sırf dünyevî menfaatler için çalışıp bitkin düşen gâfiller hakkında Cenâb-ı Hak; «عَامِلةٌ نَاصِبَةٌ» “Çalışmış, fakat boşuna yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3) buyurmaktadır.

Hikmet ehli de şöyle der:

“İnsan önce, malı hususunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi, bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunları nasıl kazanıp sarf ettiğinden hesaba çekilmesidir.”

Gerçek sahibi olmadığımız ve bir gün muhakkak elimizden alınacak olan dünya nîmetleri için, çok ince ve çetin bir hesaba tâbî tutulacak olmamız, o nîmetleri elde edip kullanma hususunda ne kadar hassas ve dikkatli davranmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu itibarla bilhassa hırs ve hasetten sakınıp kanaat ve rızâ ile gönül zenginliğinin huzuru içinde yaşamamız, kifâyet miktarıyla yetinmemiz, ihtiyaç fazlasını infâk ederek âhiret azığı biriktirmemiz elzemdir.

İmâm Şâfiî (r.a) buyurur:

Ey dünya ve dünyanın süsüyle şeref bulduğunu zanneden! Ölüm binâya da gelecek, binâ edene de... Kimin izzeti dünya ve süsüyse, bilsin ki izzeti pek az, zevâle mahkûm ve fânî... Bil ki dünyanın hazineleri altındandır. Sen; îman, amel-i sâlih ve hayır-hasenattan hazineler biriktir!..”

İnsanın gerçek servetinin, Allah rızâsı için infâk ederek âhiret sermayesi kılabildiği varlıklardan ibaret olduğunu, şu hâdise ne güzel îzah etmektedir:

Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Efendimiz (s.a.v), koyundan geriye ne kaldığını sordu.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını verince, Efendimiz (s.a.v):

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Dünyanın en bâriz husûsiyeti, vefâsının olmayışıdır. Verdiğini bir gün mutlaka geri alır. Vefâsını göreceğimiz ve bizi ebedî hayatımızda da terk etmeyecek dünya malı ise, şimdiden infâk ederek âhirete gönderdiklerimizdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu hakîkati de bir başka hadîs-i şerîflerinde şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Âdemoğlu; «malım malım» deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?(Müslim, Zühd, 3-4)

Dolayısıyla esas servetimiz, ancak infâk edebildiklerimizdir. Allah için verebildiğimiz her şey bizimdir. Hâlis niyetle yaptığımız hayır-hasenat bizimdir. Gönlümüze aldığımız fakir, garip, kimsesizler bizimdir. Bu cihanda biriktirebileceğimiz en kıymetli hazine, kazanılmış gönüllerdir. En değerli servet de; sevindirilen mahzun yüreklerden Arş-ı Âlâ’ya yükselen güzel duâlardır. Zira onlar vesîlesiyle -inşâallah- Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanacağız, ebedî saâdet ve selâmete kavuşacağız.

İşte peygamberler, ashâb-ı kirâm ve Hak dostları dâimâ bu şuur ve idrâk içinde yaşadılar.

Sahâbe-i kirâmdan Sevbân (r.a) şöyle anlatır:

«…Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda sarf etmeyenlere acıklı bir azâbı müjdele!» (et-Tevbe, 34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Efendimiz (s.a.v) ile birlikte seferde bulunuyorduk. Sahâbeden bazıları:

«–Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz.) Keşke hangi şeyin daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?» dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şu cevâbı verdi:

«–Sahip olunan şeylerin en fazîletlisi; zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.» (Tirmizî, Tefsîr, 9/9)”

Yani bu dünyada kazanıp biriktirmeye en çok lâyık olan şeyler; son nefesi, kabri ve âhireti güzelleştirecek olan mânevî hazinelerdir.

Ârif bir zâtın şu îkazı ne kadar ibretlidir:

Hayret! Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yiyor!..”

Gerçekten de kabir ehli, dünyada hırsla peşinde koşup ömürlerini tükettikleri şeylerin, ne kadar boş hevesler olduğunu yakînen idrâk etmişlerdir, fakat heyhât! Artık iş işten geçmiş, her şey bitmiştir...]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bulsan dünyayı yutarsın,

Bin yıllık tedbir edersin,

Âhir hod koyup gidersin,

Gel Allâhʼa, gel Allâhʼa!..

[Nefsin mayasında fânîliğe isyan vardır. O hiçbir zaman ölümü, zevâli, son bulmayı istemez. Ebedîlik hasreti içinde yaşar.

Sâlih mü’minler, bu hasreti ebedî ve hakikî hayat olan âhirete hazırlık gayretleri içinde yaşarlar. Buna mukâbil, ihtirâsın yüksek tahrikleriyle âdeta ruhları felç olmuş bulunan ham, nâdan ve gâfil insanlar ise fânî dünyada ebedîlik ararlar. Âdeta Cennet’i dünyada yaşamak isterler, saâdeti sefâlet çarşısında bulmaya çalışırlar. Hâlbuki bir kelâm-ı kibarda ne güzel buyrulmuştur:

Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”

Yani fânî dünya üzerinde ebedîlik aramak veya mes’ut günlerin hiç bitmeyeceğini ve nîmetlerin hiçbir zaman elden çıkmayacağını zannetmek; çöllerdeki seraplara aldanmak gibi boş bir hayal ve beyhûde bir ümittir.

Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri şu îkazda bulunur:

Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”

“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu gaflet uykusundan uyandırır. O kimse, hakîkî mâliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntılara hayret eder ve bin pişman olur.”

Dolayısıyla ömrün bir gün biteceği şuur ve idrâkiyle yaşayan kimse, fânî dünya lezzetlerine; bu hayatta yolcu olduğunu bilen de dünya misafirhânesindeki oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşya, ondan ayrılmayacak bir sûrette dünyaya âittir.

Bütün fânî nîmetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saâdet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!.. Sonunda eli boş vaziyette gireceği yer, bu kara toprağın bir çukuru olacaktır.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Zer (r.a)’ın şu îkazı ne kadar ibretlidir:

“Bir malda üç ortak vardır.

Birincisi mal sahibi, yani sen;

İkincisi kaderindir. O, hayır mı yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz.

Üçüncüsü mirasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alıp götürür, sen de cezasını çekersin. Eğer gücün yeterse, sen bu üç ortağın en âcizi olma!

Allah Teâlâ:

«Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (îman, ibadet, ahlâk ve fazîlette hayrın kemâline) eremezsiniz…»1 buyuruyor.

İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu benden önce gönderiyor, (yani sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Bize emânet olarak verilen can, mal ve sâir imkânlar, elimizde ebedî kalacak değildir. Muhakkak bir gün âniden hepsiyle vedâlaşacağız ve her şey aslına rücû edecek.

Dolayısıyla bir kere lûtfedilen hayat fırsatında bu ilâhî emânetleri Allâhʼın râzı olduğu şekilde sarf ve infâk edelim ki hem onların uhrevî mesʼûliyetinden kurtulalım, hem de Rabbimizʼin müstesnâ lûtuf ve ihsanlarından mahrum kalmayalım.

Diğer taraftan, nice insan, mal-mülk ve servetin mutlak mânâda hayır olduğunu ve kendisine huzur, mutluluk, sevinç ve âfiyet getireceğini düşünür. Dolayısıyla onu elde etmek için hırsla çırpınıp durur. Hâlbuki onun saâdet mi, felâket mi getireceği meçhuldür. Nitekim selef ulemâsından Ebû Hâzim (r.a):

Kulu Allâha yaklaştırmayan (bilâkis Oʼndan uzaklaştıran) her nîmet baş belâsıdır.” buyurmuştur.

Bu sebeple dünya nîmetlerine karşı en akıllıca tavır; hırs, haset ve aç gözlülüğe kapılmadan, haram ve şüphelilere meyletmeden, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu şekilde çalışıp helâlinden kazanmak ve yine Oʼnun rızâsı istikâmetinde sarf etmektir.

Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

Akıllı insanlar, mallarını ve paralarını öbür cihâna giderken yanlarında götürürler. (Yani önceden Allah yolunda infâk ederler.) Ancak hasisler (cimriler)dir ki, hasretini çekerek burada bırakıp giderler.”

Muhammed Esad Erbilî Hazretleriʼnin şu ifadeleri de çok mânidardır:

Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlumdur. Hâl böyleyken, insanların her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (yani infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.” (Mektûbât, s. 16, no: 5)

Cenâb-ı Hak da bu hususta gafletten sakınmamız için âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin!” (el-Münâfikûn, 10)

Ey îmân edenler! Ne bir alışveriş ne bir dostluk ne de (Allâh’ın izni olmadıkça) bir şefaat bulunmayan kıyâmet günü gelip çatmadan önce, size rızık olarak verdiğimiz nîmetlerden Allah yolunda infâk edin!..” (el-Bakara, 254)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bunda gelen eğer pîr ü civandır,

Uryan gelip yine uryan giderler!

er gedâ eğer şâh-ı cihandır,

Bunda uryan gelip uryan giderler!

Dünyaya gelen genç-ihtiyar herkes -köle de olsa, cihan pâdişâhı da olsa- çıplak gelmiş ve çıplak gidecektir.”

[Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen; bütün fânî alışverişlerin, gelgeç zevklerin, tükenmek bilmeyen hevâ ve heveslerin iptal noktasıdır. Her insan, kabre girerken yanında dünyalık olarak yalnızca bir kefen götürür. O da bir müddet sonra cesetle beraber aslına rücû eder, yani toprağa döner. Geriye sadece îman ve ameller kalır.

Kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe mi, yoksa -Allah korusun- Cehennem çukurlarından bir çukur mu olacağını da kişinin dünya hayatındaki sosyal statüsü, makam-mevkii, malı-mülkü değil, îman ve amelleri belirler.

Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v):

Allah sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 34)

Toprak altına girdikten sonra, fakire ne olacaksa, zengine de o olacak. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulacak. Bu dünyadan gidenler, ister köle, ister pâdişah, ister âmir, ister memur olarak gitsinler, oradaki bütün sermayeleri, yalnızca îman ve amel-i sâlihleridir.

O hâlde bir düşünelim:

–Ebediyet yolculuğumuz için heybemizde neler var?

–Hangi fedakârlıkları biriktirdik?

–“Yâ Rabbi! Sırat köprüsünde beni ateşe düşmekten koru, ben Sen’in rızân için şu amelleri işledim!..” diyebileceğimiz ne kadar hazırlığımız var?

Yoksa oraya -Allah korusun- sadece gaflet, cürüm ve mâsıyet mi götürüyoruz?!.]

Cenâb-ı Hak, dünyevî ve nefsânî yaldızların câzibelerine aldanarak, esas hayat olan âhireti ihmal etme gafletinden cümlemizi muhafaza buyursun.

Âmîn!..

Dipnot: 1) Âl-i İmrân, 92.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle