Hak Dostlarından Hikmetler: Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 13

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

İki cihan sultânının

Doğduğu ay geldi yine,

İlm ü maârif kânının1

Doğduğu ay geldi yine…

Anı Hüdâyî kim sever,

Matlûba bulmuştur zafer.

Fahr-i Cihân, Hayruʼl-Beşer

Doğduğu ay geldi yine…

[Biz âciz kullarını, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizʼin cihânı teşrif buyurduğu bir Rebîulevvel ayına daha kavuşturan Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v) Efendimizʼe nihâyetsiz salât ü selâmlar olsun.

Peygamber Efendimiz (s.a.v)ʼin velâdetini sevinçle karşılamak, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbeden bir saâdet vesîlesidir. Zira O, Allâhʼın Habîbi, yani en sevgili kulu ve Rasûlʼüdür.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Allah Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

“Seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever.” hükmünce;

‒Cenâb-ı Hakkʼın sevip “Habîbim” buyurduğu,

‒Ömrüne, nübüvvetine, yüce ahlâkına, asrına ve beldesine yemin ettiği,

‒Melekleriyle birlikte bizzat salât ederek taltif buyurduğu Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼi sevmek de, hem Allâhʼa muhabbetimizin güzel bir tezâhürüdür, hem de Allâhʼın rızâ ve muhabbetine vesîledir.

Her peygamberin bir fârik vasfı vardır ve o vasfıyla insanlığa bir fazîlet numûnesidir. Fakat güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Efendimiz (s.a.v), bütün peygamberlerin fârik vasıflarının daha da ötesinde bir fazîlet zirvesidir. Zira O, ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden bir hilkat bedîası, yani sanat hârikasıdır.

Hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde -rivâyete göre- 124.000 küsur peygamber içinde Oʼna ümmet kılınmak, biz ümmet-i Muhammed için muazzam bir bahtiyarlıktır. Süleyman Çelebi, bu bahtiyarlığı Mevlidʼinde ne güzel ifade eder:

Ümmetin olduğumuz devlet yeter,

Hizmetin kıldığımız izzet yeter…

Hakîkaten, Cenâb-ı Hakkʼa bu büyük lûtfu için ne kadar şükretsek az. Bu şükrün en güzel ifadesi ise, gönüllerimizin her an “muhabbetullah” ve “muhabbet-i Rasûlullah” ile dolu olmasıdır.

Düşünmeliyiz ki, bütün cihan bizim olsa, fakat Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼi tanıma şerefine erişememiş olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira dünya da ömür de fânî, fakat Allah Rasûlüʼnü tanıyıp Oʼnun izinden giden sâdık bir ümmeti olmanın getireceği saâdet ise ebedî…

Dolayısıyla gönlümüzde Allah ve Rasûlü olduktan sonra, hiçbir dünyevî mahrumiyetin mühim olmadığı şuuruna ermeliyiz. Düşünmeliyiz ki:

Milyonları olan bir kimse, yolda giderken on lira düşürüp kaybetse, durup ona üzülür mü? O milyonlar karşısında on liranın ne hükmü olur? Bizler de, herhangi bir dünyevî sıkıntıyla karşılaştığımız zaman; Allâhʼa kul, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe ümmet olmanın, bizim için ne muhteşem bir zenginlik, saâdet ve bahtiyarlık vesîlesi olduğunu düşünüp gönül huzurumuzu korumalı, dünyevî hüzünlerimizi bertaraf etmeliyiz.

Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, müşriklerin ağır işkencelerine, zulümlerine, ambargolarına mâruz kaldılar. Sayısız musibet ve felâkete göğüs gerdiler. Fakat Allah ve Rasûlullah muhabbeti, o zulümlerin tesirini azaltıyor, hattâ yok ediyordu. Nitekim o muhabbet sayesinde, bütün dünyevî meşakkatler, onların nazarında ehemmiyetini yitirdi. Allah ve Rasûlʼünün muhabbeti, onların gönüllerinde, hiç tükenmeyen bir feyz ve rûhâniyet hazinesi oldu.

Zira onlar, Allah Rasûlüʼnü yakından tanıdılar. Tanıdıkça da büyük bir hayranlık duydular. Oʼna engin bir muhabbetle, cân u gönülden râm oldular. Âdeta bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle Efendimizʼe tâbî oldular. Oʼnun en ufak bir arzusuna dahî:

“‒Emret yâ Rasûlâllah! Canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun.” diye mukâbele ettiler.

Allah Rasûlüʼnün emirlerine itaati, dünyanın en büyük nîmet ve lezzeti bildiler. Oʼnun gönlünde bir yer edinebilmek için, çölleri aşarak gittikleri diyarlarda, kralların kelle uçurmaya hazır cellâtları önünde, İslâmʼa dâvet mektuplarını, îman cesaretiyle okudular. Gittikleri her yere Allah Rasûlüʼnün örnek şahsiyetini ve yüce ahlâkını taşıdılar.

Gönüllerindeki Allah ve Rasûlullah muhabbeti; bütün zahmetleri rahmete, külfetleri nîmete, cefâları safâya çeviren bir mânevî iksir gibiydi. O muhabbetle, ateş gibi çöller âdeta serin ve selâmet oldu, geçit vermez dağlar aşıldı, uzun yollar kısaldı. “Aşk ile koşan yorulmaz.” denildiği gibi, Allah ve Rasûlullah aşkı; gönüllerinden atâleti, rehâveti, âcizliği, korkuyu silip attı. Bu sayede, Allah yolundaki hiçbir hizmet, gayret ve fedakârlıktan yılmadılar.

Zira Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Muhabbetten acılar tatlanır.

Muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.

Muhabbet vesîlesiyle dermansız dertler şifâ bulur.

Muhabbetten kederler neşe, üzüntüler sevinç olur.

Muhabbetle kahır rahmet olur.”

İşte ashâb-ı kirâm da Allah ve Rasûlʼüne muhabbetteki sırra nâil olmuşlardı. Bu sır sayesinde;

‒Gönülleri gaflete sevk eden dünyevî ve nefsânî zevkler bütün câzibesini yitirdi.

‒Allah yolundaki gayretlere mânî olan bütün mâzeretler âdeta buharlaşıp yok oldu.

‒Allâhʼa hamd, şükür, rızâ, tevekkül ve teslîmiyeti zedeleyen bütün şikâyetler unutuldu.

‒Maddî-mânevî yaralar şifâ buldu, acılar dindi.

Onlara hiçbir acı, Allah Rasûlü’nden ayrı düşmenin acısı kadar ağır gelmedi. Nitekim Peygamber âşıklarından Abdullah bin Zeyd el-Ensârî (r.a), bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımdan, malımdan, evlâdımdan ve âile efrâdımdan daha sevgilisin. Eğer gelip de Senʼi görmek gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.” diyerek içli içli ağlamıştı.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“‒Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. Abdullah bin Zeyd (r.a):

“‒Yâ Rasûlâllah! Bir gün Sizʼin de bizim de öleceğimizi, Sizʼin peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise Cennetʼe girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (Sizʼi göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevâbını verdi.

Merhamet ummânı Efendimiz (s.a.v) cevap vermeyip sükût buyurdu. Bunun üzerine -rivâyete göre- şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)

Yine Abdullah bin Zeyd (r.a) bir gün bahçesinde çalışırken oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile, Rasûlullah (s.a.v)ʼin vefat haberini verdi. Bu acı haberle âdeta dünyası başına yıkılan Abdullah (r.a) şöyle duâ etti:

“‒Allâhʼım! Gözlerimi al ki artık bundan sonra tek sevdiğim Hazret-i Muhammed rʼden başka kimseyi görmeyeyim.”

Abdullah (r.a)ʼın duâsı kabûl oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.2]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şu dem ki mülk-i dünyâdan Muhammed Mustafâ gitti,

Sevindi âhiret ammâ bu dünyâdan safâ gitti…

[Allah Rasûlü’nün ebediyete irtihâlinden sonra, sahâbe-i kirâm, âdeta hüznünden yanıp eriyen mumlara dönmüştü. Bir başka sahâbî, tıpkı Abdullah bin Zeyd (r.a) gibi gözlerini kaybettiğinde, dostları onu tesellîye gelmişlerdi. Hâlbuki onun gözlerini yitirmekten dolayı bir hüzün ve elemi yoktu. Kendisini tesellîye gelenlere şöyle mukâbele etti:

Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefatından sonra dünyanın en güzel ceylanlarının gözüne sahip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa‘d, II, 313; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 533)

Hakîkaten, Allah Rasûlü’nün aralarından ayrılması, Oʼnu canlarından aziz bilen ashâb-ı kirâma çok ağır gelmişti. Hazret-i Ömer (r.a) gibi dirâyet ve metânet âbidesi bile, bir müddet kendini kaybetmiş, Hazret-i Ebû Bekir (r.a), insanları teskîn edinceye kadar bin bir güçlük çekmişti. Zira O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık O’nu dünya gözüyle hiç göremeyeceklerdi. Bu sebeple Oʼnun olmadığı bir dünyanın da artık safâsı kalmamıştı.

Efendimizʼin irtihâlinden sonra ashâb-ı kirâm, bir an önce O’na kavuşma iştiyâkı ile yaşadılar. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir (r.a) ölüm döşeğindeyken, etrafındakilere:

«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.

«–Pazartesi.» denilince de;

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e en yakın olanıdır. (Yani O’na kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)

Ashâb-ı kirâmdan bazıları, vefatları yaklaşmış olan hastalara, Allah Rasûlüʼne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir.3

Yine, Allah Rasûlüʼnün müezzini Bilâl-i Habeşî (r.a) da, Efendimizʼin vefatından sonra üzüntüsünden, o semâları titreten güzel sesiyle bir daha ezân okuyamaz olmuştu. Bilâl-i Habeşî (r.a), altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında:

“–Yarın inşâallah sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed (s.a.v) Efendimiz’e ve arkadaşlarına kavuşacağım.” diye seviniyordu.

Hanımı bir tarafta;

“–Vah başıma gelenlere!” diye ağlarken, gönlü Peygamber hasretiyle dolu olan Bilâl (r.a) diğer tarafta;

“–Âh ne güzel, ne hoş!” diyerek seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Gâlib olsa kişide hubb-i Habîb-i Medenî,

Zerrece gelmez ona ziynet dünyâ-yı denî…

Terk edip bid‘ati râh-ı sünene sâlik olur,

Bezleder Hakkʼa ibadet yoluna cân u teni…

“Bir gönülde, nurlu Medîneʼdeki Allâhʼın Habîbiʼnin muhabbeti gâlip olursa, ona dünyevî ve nefsânî ziynetler zerre kadar câzip ve kıymetli gelmez. Onun bütün zevki; sünnete aykırı hâl ve davranışları terk edip Efendimizʼin yolunun sâdık bir yolcusu olmak ve Cenâb-ı Hakkʼa ibadet yoluna ruh ve bedenini cömertçe sarf etmek olur.”

[Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i seven, dünyaya îtibar ve iltifat nazarıyla bakmaz. Zira gerçek mânâda seven birine, sevdiğinin husûsiyetleri sirâyet eder. Bizler de dâimâ âhireti dünyaya tercih eden Efendimiz’i seviyorsak, O’na benzemeye çalışmalı ve gönlümüzün rotasını, esas ve ebedî hayat olan âhirete çevirmeliyiz.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin nebevî terbiyesi altında yetişmiş olan ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûlʼüne öyle bir muhabbetle bağlandılar ki, onların gözlerinde ve gönüllerinde dünyanın bütün câzibeleri âdeta bir çakıl taşı gibi değersiz hâle geldi. Onlar, yarın nefislerinin varacağı konağın kabir olacağı şuuru içinde yaşadılar.

Yine onlar Allâhʼa ve Rasûlʼüne muhabbetle râm olup bütün gayretlerini İslâmʼın intişârına sarf ettikleri için, Cenâb-ı Hak dünyayı onların ayaklarının altına serdi. Kısa sürede İslâm fetihleri kıtalara ulaştı. Ülkeler fethedilip ganimetler Medîneʼye aktığında bile, ashâb-ı kirâmın evlerinin dekoru değişmedi. Yine kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk ettiler. Ne kendilerine haddinden fazla harcayıp israfa sürüklendiler, ne de kendilerine biriktirip cimrilik ettiler.

Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Onlar, dünya nîmetlerini, Allah ve Rasûlʼünün rızâ ve muhabbetine nâil olabilmek için bir vâsıta hükmünde gördüler. Aslâ vâsıtayı gâye hâline getirmediler. Yani dünya nîmetlerini gönüllerinde putlaştıran gâfillerden olmadılar.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Zulmet-i şirk ü hevâyı def için,

Nûr-i pâk-i Mustafâ ola şefî…

Aradan cümle hicâbı ref için,

Nûr-i pâk-i Mustafâ ola şefî…

“Şirk ve hevâ-heves karanlıklarını defetmek ve (Rabbimiz ile) aramızdaki perdeleri kaldırmak için, Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v) Efendimizʼin aziz nûru şefaatçimiz olsun!”

[Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine nâil olabilmenin yolu, Oʼnun Habîbʼine ittibâdan geçer. Zira Hakk’a vuslat deryasına ulaştıran en büyük hidâyet pınarı, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’dir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle beyan buyuruyor:

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlʼüm!) Muhakkak ki Sana bîat edenler ancak Allâhʼa bîat etmektedirler…” (el-Fetih, 10)

(Rasûl’üm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)

“...Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının!..” (el-Haşr, 7)

Çünkü Rasûlullah r Efendimiz;

‒Kurʼânʼı yaşayışıyla tebliğ ve tefsîr eden en yüce örnek şahsiyettir.

‒Cenâb-ı Hakkʼa nasıl kul olunacağını öğreten en büyük muallimdir.

‒Hakkʼın yakınlık ve dostluk iklimine nasıl girileceğini gösteren en büyük mürşid-i kâmildir.

Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, Kurʼân, Oʼnun mübârek kalbine indirilmiştir.4 İlâhî hakîkatler, sırlar ve hikmetler hep O azîz kalpten insanlığa tebliğ ve tâlim edilmiştir.

Dolayısıyla Kurʼân-ı Kerîmʼi lâyıkıyla anlamanın yolu da Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin gönül dokusundan hisse almaya bağlıdır. Oʼnu kalben ne kadar tanıyıp ahlâkıyla ahlâklanabilirsek; Kurʼân-ı Kerîmʼi de, yüce dînimiz İslâmʼı da o nisbette doğru olarak anlayıp yaşayabiliriz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Sünnet-i Fahr-i Rusül, oldu çü hayr-ı sübül,

Mesleki tahvîl edip âdet ü bid‘at neden?

“Peygamberlerin medâr-ı iftihârı olan Peygamber Efendimizʼin Sünnet-i Seniyyeʼsi, yolların en hayırlısı iken, bu yolu değiştirmeye yeltenerek başka âdet ve bidʻatlere sapmak nedendir?!.”

[Kulu Hakkʼa vâsıl edecek en hayırlı ve en sâlim yol, Peygamber Efendimiz (s.a.v)ʼin Sünnet-i Seniyyeʼsidir. Zira Oʼnun Sünnet-i Seniyyeʼsi, Kurʼân-ı Kerîmʼin hayata nasıl tatbik edileceğini gösteren, fiilî bir Kurʼân tefsîridir.

Cenâb-ı Hakkʼın rahmet kapısı ve Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şefkat ve şefaat kanatları, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayan bütün müʼminler için açıktır. Fakat Kur’ân ve Sünnet’i terk edip yanlış yollara sapanlar, âhirette büyük bir nedâmet ve mahrûmiyete dûçâr olacaklardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadîs-i şerîflerinde, kıyamet günü Kevser Havuzu’nun başında ümmetine ikram etmek için bekleyeceğini bildirdikten sonra, şu mühim îkazda bulunmuştur:

“…Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara; «Gelin buraya!» diye nidâ edeceğim. Fakat bana;

«–Onlar Senʼden sonra hâllerini değiştirdiler. (Yani Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek.

Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)

Demek ki Sünnet-i Seniyye gibi sağlam bir yolu bırakıp da başka yollara tevessül etmek, çıkmaz sokaklara sapmaktır.

İmâm Mâlik Hazretleri ne güzel buyurur:

“Sünnet-i Seniyye, Nûh (a.s)’ın gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur. Kim de onu terk ederse helâk olur.”

Dolayısıyla bizler de günümüzde en çok düşülen hatâlardan biri olan “sünnetleri ihmal” hastalığından şiddetle sakınmalıyız. Zira bu gaflet, ümmetine karşı “raûf ve rahîm” olan, yani bir anne-babanın evlâdına duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasını ümmetine duyan Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe karşı, büyük bir hürmetsizliktir.

Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî (r.a), Sünnetʼe aşk ile bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

“Bana ulaştığına göre dînin (yok olup) gitmesinin başlangıcı, Sünnetʼin terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla sünnetlerin birer birer hayatımızdan çıkması, -Allah korusun- ebedî kurtuluşumuzu da ince bir pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.

Edep, hayâ ve iffetin dibe vurduğu, kahrolan kavimlerin çeşitli ahlâksızlıklarının pervâsızca işlendiği günümüzün modern câhiliyesinde, zamanın şerlerinden korunup ebedî kurtuluşumuz için sığınacağımız en sağlam liman, Sünnet-i Seniyyeʼdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) âhir zamanda meydana gelecek fitnelerden haber verirken:

“–Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?”

Efendimiz:

“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler…” karşılığını verdi. (Tirmizî, Îman, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)

Dolayısıyla ümmet-i Muhammed’in “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” istikâmetinden saptırılmaya çalışıldığı günümüzde, Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyeʼsine sımsıkı sarılmamız elzemdir.]

Cenâb-ı Hak, yüce Zâtʼının ve Habîbʼinin sevgisini, gönüllerimizin tükenmez hazinesi eylesin. Rasûl’ünün gönül dokusundan hisseler alarak Oʼnun ahlâkıyla ahlâklanabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) İlm ü maârif kânı: İlim ve irfan membaı. 2) Bkz. Kurtubî, el-Câmî li-Ahkâmiʼl-Kurʼân, V, 271. 3) Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 4. 4) Bkz. eş-Şuarâ, 193-195.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle