Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî (r.a.) - 15

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir genç, annesinin sözünü dinlemedi. Dertli kadının yüreği yandı. Annesi, evlâdını yola getirip sözünü dinletmekten âciz kalınca, vaktiyle onu ninnilerle uyutup büyüttüğü beşiğini getirerek önüne koydu ve şöyle dedi:

«‒Ey eski hâlini unutan, vefâsız evlâdım! Sen, sabahlara kadar ağlayan âciz bir yavrucağız değil miydin? Geceleri senin için uyumazdım. Şu beşikte iken hiçbir şeye gücün yetmez, yüzüne konan sineği bile kovamazdın. Şimdi büyüdün, güçlü-kuvvetlisin. Fakat bir sineğe bile gücünün yetmediği o günleri unutma!”

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde buyuruyor:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «Üf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.

Onlara merhamet ederek tevâzu ile kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) merhamet eyle!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 23-24)

Allâh’a îman ve ibadetten sonra gelen en mühim vazife, anne-babaya iyi davranarak onların gönüllerini hoş tutmaktır. Allâhʼa isyânı emretmedikleri müddetçe, onlara itaat edip hürmetkâr olmaktır.

Zira kul hakları içinde en mühim olanı, ana-baba hakkıdır. Öyle ki bu hak, ölçüye gelmeyecek derecede büyüktür. Bunun için, anne-babaya hürmet, muhabbet ve vefâ hususunda kusur etmemek, bilâkis onlara dâimâ nâzik davranıp hayır-duâlarını almak gerekir. Şâyet vefât etmişlerse, onlar adına hayırlarda bulunup duâ ve istiğfâr ederek kendilerine bir sadaka-i câriye olmaya gayret etmek, İslâm ahlâkının en tabiî bir gereğidir.

Bilhassa evlât yetiştirmekte en büyük çileyi anneler çeker. Ailede babaların yorgunluklarını, evlâtların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek en büyük fazîlet cevheri, anne yüreğidir. Âile fertlerinin her türlü sıkıntıları, annelerin şefkatli nazarları ile zâil olur. Evlâtlara huzur ve saâdet nağmelerini aksettirecek, ana kalbinden daha ince, daha derin ve daha duygulu bir mekân var mıdır?..

Anne kalbinin sıcaklığına olan hasretini, Necip Fâzıl ne güzel dile getirir:

Ağlayın, su yükselsin;
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccâden gelsin;
Bize duâ et, emi!..

Sâliha bir annenin rûhundaki şefkat ve merhametin enginliğini tam mânâsıyla târif edebilecek bir kelime yoktur. O anne ki evlâdı için yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül vermiş, gerektiğinde yemeyip yedirmiş, evlâdını uyutmak için nice gecesini uykusuz geçirmiştir. Hayatın fırtınalarında yavrusunun üzerine bir toz konmasın diye kendi rahatını terk eden, evlâdının iki cihanda da huzura ermesi için gayret sarf eden sâliha bir anne, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Bunun içindir ki bir görüşe göre, Türkiye coğrafyası, toplumu âbâd eden anneleri taltif maksadıyla “Anadolu” diye isimlendirilmiştir. Yine Bağdatʼın muhteşem bir medeniyet merkezi olduğu zamanlarda; “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” denilerek, o şehrin kadr u kıymeti, ancak annelerin müstesnâ mevkiine benzetilerek ifade edilebilmiştir.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Anne hakkına dikkat et! Onu başında taşı! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, evlâtlar dünyaya gelmeye yol bulamazlardı…”

Sâliha bir anne, ilâhî kudretin insanoğluna lûtfettiği bir rahmet kucağıdır. Bizleri bir müddet karnında, sonra kollarında, ölünceye kadar da kalbinde taşıyan annelere hürmet ve muhabbet hususunda, onlara denk olacak başka bir varlık yaratılmamıştır. Bu bakımdan annenin hakkı, babadan da önce gelir.

Nitekim bir sahâbî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, daha sonra da sana en yakın olan akraban.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 2)

Yaşlı anne-babaya hizmette bulunup onların hayır duâsını almak, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını celbeden çok fazîletli bir sâlih ameldir. Şu meşhur kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:

“‒Yâ Rabbi, Cennetʼte benim komşum kim olacak, bana bildir de gidip onunla görüşeyim.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa şöyle vahiy geldi:

“‒Falan beldeye git! Orada çarşının başında bir kasap dükkânı var. O dükkânın sahibi, Benʼim velî bir kulumdur. Yalnız bilesin ki onun çok mühim bir işi vardır; çağırırsan gelmez. İşte o, senin Cennetʼteki komşundur.”

Mûsâ -aleyhisselâm- hemen bildirilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona:

“‒Ben sana misafir geldim.” dedi.

Kasap, Mûsâ -aleyhisselâm-ʼı tanımıyordu. Ona “Hoş geldin!” dedi. Nâzik bir dille, bir müddet oturup beklemesini ricâ etti. Dükkândaki işi bitince de onu alıp evine götürdü. Evinin başköşesine oturtup pek çok ikramda bulundu.

Mûsâ -aleyhisselâm- ev sahibini dikkatle takip ediyordu. Onun ocakta et pişirdiğini gördü. Et pişince onu küçük küçük parçalara ayırdı. Bunları tabağa koyup bir kenara bıraktı. Sonra bir et parçası daha çıkarıp onu da Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa ikram etti. Ardından;

“‒Benim mühim bir işim var. Sen beni bekleme, yemeğini ye!” diyerek yanından ayrıldı.

Kasabın hangi sâlih amelle Cennetʼte kendisine komşu olacağını öğrenmek isteyen Mûsâ -aleyhisselâm-, bu mühim işin ne olduğunu merak ederek onu gizlice takip etti.

Kasap, Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın yanından ayrıldıktan sonra, yan odaya geçti. Duvarda asılı duran büyük bir zembili (hasır sepeti) indirdi. Zembilde çok ihtiyar, mecalsiz bir kadın vardı. Kadına küçük küçük parçaladığı etleri yedirdi. Karnını güzelce doyurduktan sonra, altındaki kirli bezleri aldı, yerine temizlerini koydu. Kirli bezleri yıkayıp astıktan sonra, ellerini yıkayıp Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın yanına geldi.

Misafirinin henüz yemeğe dokunmadığını görünce:

“‒Niçin yemeğe başlamadınız?” diye sordu. Mûsâ -aleyhisselâm-:

“‒Sen bana zembilin sırrını söylemedikçe bir lokma bile yemem.” dedi. Ev sahibi, meseleyi îzah etmek durumunda kaldı:

“‒Mâdemki merak ettiniz, anlatayım: Zembildeki, benim annemdir. Çok yaşlı olduğu için tâkatten düştü. Evde bakacak başka kimsem de yok. Evleneceğim; fakat hanımımın annemi incitip onu üzmesinden korktuğum için evlenemiyorum. İşe gittiğimde herhangi bir hayvanın kendisine zarar vermemesi için de onu zembile koydum. Her gün gelip iki öğün yemek yediriyorum. Diğer hizmetlerini de görüp gönül rahatlığıyla işime gidiyorum.”

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- dedi ki:

“‒Ancak anlamadığım bir şey daha var: Sen annene yemek yedirip su içirdikten sonra, dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söyledi. Sen de «âmîn» dedin. Annen ne söyledi ki «âmîn» dedin?”

Ev sahibi:

“‒Annem, her hizmet ettiğimde; «Allah seni Cennetʼte Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa komşu eylesin.» diye duâ eder. Ben de hiç ihtimal vermediğim hâlde, bu güzel duâya «âmîn» derim. Ben kimim ki o büyük Peygamberʼe komşu olabileyim?..” karşılığını verdi.

O zamana kadar kim olduğunu gizleyen Mûsâ -aleyhisselâm- buyurdu ki:

“‒Ey Allâhʼın sevgili kulu, ben Mûsâʼyım. Beni sana Allah Teâlâ gönderdi. Annenin rızâsını kazandığın için, Cennet-i Âlâʼyı ve orada bana komşu olmayı da kazandın!..”

Ne mutlu anne-babasının hoşnutluğunu kazanan, her vesîleyle onların hayır-duâlarını alabilen sâlih kullara!..

Buna mukâbil, anne-baba duâsını alma fırsatını değerlendiremeyen, hattâ -Allah korusun- onlara ezâ ve cefâ ederek bedduâlarına müstahak olanlara da ne yazık!

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mühim bir îkaz sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de Cennetʼe giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun!” (Müslim, Birr, 9, 10)

Asr-ı saâdette yaşanan şu misâl de çok ibretlidir:

Ashâbdan Alkame isminde, mücâhid ve müttakî bir genç vardı. Ne zaman Allah yolunda bir hizmet olsa, hemen koşar ve büyük bir şevkle îfâ ederdi. Onun bu güzel hâli, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de iltifatlarını mûcib olmuştu. Lâkin ecel gelip çattığında bu genç, kelime-i şehâdeti söyleyemez oldu.

Durumu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe bildirdiler. Allah Rasûlü bu gencin yanına giderek, ne olduğunu sordu. Alkame:

“–Yâ Rasûlâllah! Kalbime kilit gibi bir şeyin takılı olduğunu hissediyorum.” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, etrafındakilere bu gencin kelime-i şehâdet getirmesine mânî olan herhangi bir kusuru olup olmadığını sordu. Araştırdılar ve o gencin annesine eziyet ettiğini, annesinin de ona dargın olduğunu öğrendiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dargın anneyi çağırttı ve ona:

Bir kimse büyük bir ateş yaksa da oğlunu içine atmak istese râzı olur musun?” diye sordu.

Dertli anne:

“–Hayır yâ Rasûlâllah! Râzı olmam!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Öyleyse onun sana karşı kusurlarını bağışla, annelik hakkını helâl et!” buyurdu.

Âlemlerin Efendisi’nin, evlâdına gösterdiği bu eşsiz şefkat karşısında, gönlündeki merhamet pınarı coşan mahzun anne, oğlunun bütün kusurlarını affetti, hakkını helâl etti. Bu af ve merhametin bereketiyle yüreğindeki kilitlerden kurtulan Alkame, kelime-i şehâdeti eksiksiz olarak söyledi, huzur içinde rûhunu teslim etti. (Bkz. Heysemî, Mecmauʼz-Zevâid, VIII, 148; Tenbîhu’l-Gâfilîn, 123-124)

Bize bir bardak su ikram edene bile teşekkür etmek, bir insanlık vazifesi iken, fedakâr anne ve babalar, engin bir sevgi ve saygıya, senede bir günlük değil, ömürlük bir teşekküre lâyıktırlar.

Bugün kapitalist ve pragmatist düzen, insanların duygularını istismâr ederek bunu daha büyük bir maddî kazanca dönüştürebilmek için “anneler günü”, “babalar günü” gibi bazı günler îcâd etmiş bulunmaktadır. Hâlbuki senede bir gün küçük bir hediye alıp sonrasında ihmal etmek, anne-baba hakkına riâyet etmek değildir. Bu ancak vicdanını rahatlatmak için kendini kandırmaktır.

Bir müslüman için her gün anneler-babalar günüdür. Her gün onlara iyilik, ihsan ve hizmette bulunarak gönüllerini alma günüdür.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Evlâdını sen düşünmezsen başkaları düşünür; yani onu baştan çıkarırlar.

Evlâdını, tâlim ve terbiyesi için teslim ettiğin kişiye çok dikkat et. Zira fenâ huylu bir eğitimci, öğrencisini de kendisi gibi yapar.”

[Evimize bir eşya alacağımız zaman bile; kalitesini, sağlamlığını, özelliklerini araştırıyor, kullananların tecrübe ve kanaatlerine dikkat ediyoruz. Ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızın şahsiyet inşâsında mühim bir yeri bulunan okul, öğretmen, arkadaş çevresi ve mahalle gibi hususları belirlerken de titizlik gösterip seçici olmamız elzemdir.

Günümüzde pek çok anne-baba; “Evlâtlarımız elden gidiyor!” diye şikâyet ediyorlar. Fakat evvelâ şunu sormak gerekiyor:

Evlâdına ne verdin ki ne bekliyorsun? Mânevî terbiyesi hususunda, daha küçük yaşlarından itibâren evlâdına ne kadar vakit ayırdın? Onun mânevî gıdasını alabilmesiyle ne kadar ilgilendin? Ona Kur’ân ve Sünnet kültürünü kazandırabildin mi? Dînî tahsil alabilmesi için göndereceğin mektepleri, kursları, hocaları ihtimamla seçtin mi? Onları zamâne şerlerinden, bilhassa da televizyonun menfî programlarından, internetin süflî adreslerinden, kötü arkadaş çevrelerinden koruyabildin mi?..

Şunu unutmayalım ki evlâtlarımızın tâlim ve terbiyesine dâir gayretleri ihmâl edersek, yahut bu hizmetleri ehil olmayanların ellerine bırakırsak, bizim evlâtlarımız, zamanla başkalarının nesilleri hâline gelirler.

Nitekim âyet-i kerîmede; “şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olacağı” ifade ediliyor. (Bkz. el-İsrâ, 64)

Bugün de evlâdın sırf biyolojik anne-babası olmak, kâfî gelmiyor. Zira evlâtların rûhunu şeytan emziriyorsa, dimağını ehl-i küfür besliyorsa, o evlâtlar bir müddet sonra öz kimliklerinden uzaklaşarak din ve medeniyetlerine yabancılaşıyorlar. Bu merhaleden sonra biyolojik yakınlığın da hiçbir kıymeti kalmıyor.

Dolayısıyla bugün bir anne-babanın vazife ve mes’ûliyeti, evlâdının sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan ibâret olamaz.

Eskiden mekteplerde, bulaşıcı hastalıklara karşı talebelere muhtelif aşılar yapılıyordu. Bugün de evlâtlarımızın ruh sağlığı, mânevî sıhhati ve gönül dünyalarının selâmeti için, onlara geç kalmadan İslâm, îman, takvâ ve güzel ahlâk aşıları yapmalıyız. Allah ve Rasûlullah muhabbetini onların tertemiz yüreklerine işlemeliyiz. Bu şekilde onları, dış dünyanın bulaşıcı şerlerinden korumaya gayret etmeliyiz.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Kırda oturan bir adamın ayağını bir köpek ısırdı. Hem de öyle kızgınlıkla bir ısırış ki köpeğin dişlerinden kan damladı.

Zavallı adam, ayağının acısından yatamazken, küçük kızı babasına sert sert çıkışarak dedi ki:

«‒Babacığım! Senin dişin yok muydu? Sen de onun ayağını ısırsaydın ya!»

Babası, ayağının acısından ağlarken güldü ve dedi ki:

«‒Yavrucuğum! Doğru, benim de dişlerim var ve köpeğin ayağını ısırmaya da gücüm yeterdi. Ama dişlerimin köpeğe dokunmasına gönlüm râzı olmadı. Hattâ kılıçla kafamı kesecek olsalar, yine de köpeğin ayağını ısırmam imkânsızdır.»

İnsan, nâmertle savaşabilir; lâkin insan olan, köpeklik yapamaz. İnsan insandır, köpek de köpek.”

[Her asırda olduğu gibi bugün de İslâmʼa ve müslümanlara karşı pek çok sahada, alçakça saldırılar yapılıyor. Müslümanlar olarak, bu hayâsızca akınlara karşı mücadele ederken nasıl davranmamız gerektiğini tâyin edecek olan, nefsimiz değil, Kurʼân ve Sünnet ölçüleridir.

Bâtıl ehli yakıp yıksa da, gayr-i insânî ve gayr-i ahlâkî usullere başvursa da, müslümana yakışan; savaşta bile hakka, hukuka, Kitâbʼa uymaktır.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

1992-1995 yılları arasında, dünyanın gözleri önünde katliam ve vahşetlere mâruz bırakılan Bosna’nın, büyük mücâhid ve mütefekkir lideri Aliya İzzetbegoviçʼe, bir gün askerlerinden biri gelerek:

“–Sırplar bizim namusumuza saldırıyorlar; sivilleri acımadan katlediyorlar; kadınlarımızı, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı vahşîce öldürüyorlar. Buna bîgâne kalmamalıyız!” der.

Aliya İzzetbegoviç ise şu veciz cevâbı verir:

“–Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz de zâlimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir mânâsı kalmaz! Biz, Kitâbʼa uyacağız. Savaş; ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir!

Ben Avrupaʼya (sulh müzâkereleri için) giderken başım önüme eğik gitmiyorum. Çünkü biz; çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik; hiçbir kutsal mekâna saldırmadık. Oysa onlar, bunların tamamını yaptılar. Hem de Batıʼnın gözü önünde ve Batı medeniyeti adına!..”

Velhâsıl müslüman, düşmanla mücadelesinde bile, ilâhî ve nebevî düsturlarla hareket etmek mecburiyetindedir. İslâm düşmanları alçaklık, nâmertlik, zulüm ve vahşet sergiliyorlar diye, bir mü’min de zâlimleşemez, gayr-i insanî bir mücadele tarzını benimseyemez. Zira mü’min, nefsini tatmin için değil, Allâh’ın rızâsını tahsil için yaşayan insandır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Her Âdemoğlu, hayvandan üstün değildir. Fenâ insan, canavardan daha fenâdır.

Akıllı ve iyi ahlâklı kimse, hayvana tercih edilir. Yoksa halka saldıran insan, hayvandan üstün olamaz.”

[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yolda giderken bir grup insana rastlamıştı. Bunlar binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş muhabbet ediyorlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara şöyle buyurdu:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakıp istirahat ettirin! Onları, yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin.

Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

Cenâb-ı Hak, insanoğlunu ahsen-i takvîm / en güzel bir kıvamda yaratmış, eşref-i mahlûkat / yaratılmışların en şereflisi ve mükerremi/üstünü kılmış, onu yeryüzündeki şâhidi, halîfesi ve dîninin temsilcisi olacak istîdat ve vasıflarla donatmıştır.

Buna rağmen, dünyaya gönderilme gayesini unutarak yanlış yollara sapan bir insan, bütün bu üstün vasıflara vedâ ederek hayvanlar gibi, hattâ onlardan daha şaşkın bir vaziyete dûçâr olabilmektedir.

Yani insan, vahyin muhtevâsında yaşadığı zaman, fazîlet ve güzel ahlâk semâsının zirvelerine çıkabilirken, bunun zıddına ilâhî hakîkatlere sırt çevirdiğinde ise zulüm ve rezâlet bataklığının denâetine düşebilmektedir.

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu -rahmetullahi aleyh-in buyurduğu gibi;

“Herkes Cenâb-ı Hakk’ın kulu değildir, mahlûkudur. Hakikî kul olan, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini kâmilen îfâ eder ve nehiylerinden külliyen sakınır. İşte kul budur. Yoksa gaflet ile vakit geçiren, ibadet ve tâate ehemmiyet vermeyen kimseler, kul olamazlar.”[1]

Yani Hakkʼa kulluk, yüksek bir pâyedir; bunu herkes hak edemez. Bunun gibi, bedenen insan olarak dünyaya gelmiş bir kimsenin, rûhen ve mânen “insan” kalabileceğine dâir, herhangi bir teminâtı yoktur.

Nitekim bugün dünya sahnesinde, insan kılığındaki iblislerin, insanlık dışı vahşet, cinâyet, katliam ve barbarlıklarını -maalesef- görüyoruz.

Filistinli mâsumları orantısız bir güçle ve korkakça katleden, bir lokma ekmek alabilmek için yardım sıralarında bekleyen mazlumları nâmertçe kurşun yağmuruna tutan, evlerinden ettiği mâsum insanları çadırlarda bile rahat bırakmayıp alçakça bombalayan, vahşette sırtlanlara rahmet okutan siyonistlerin, insanlıktan nasîbi olduğunu, hangi vicdan sahibi iddiâ edebilir!?.]

Azîzün Züntikām olan Rabbimiz, tarihte zâlim Firavunları, Nemrutları, Âdları, Semudları nasıl helâk ettiyse, ıslahı mümkün olmayan günümüzün zâlimlerini de kahr u perişan eylesin. Ümmet-i Muhammed’e tez zamanda uyanış, diriliş, birlik-beraberlik, kuvvet ve izzet bahşeylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] M. Sâmî Efendi, Musâhabe, VI, 217.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle