Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İlim; dîni beslemek içindir, dünyayı ziyân etmek için değil!
Bir kimse ilmi ve takvâyı zâyî ederse, yani bunları (sırf) dünya menfaatlerini elde etme vâsıtası yaparsa, bir harman meydana getirdikten sonra onu tamamıyla yakmış gibi olur.”
[Bütün nîmetler gibi ilim de, iki uçlu bir bıçak gibidir, hayra da kullanılabilir şerre de. Onu hayra kullanabilmek, selîm bir akıl ve kalp ister. Bunun için akıl ve kalp evvelâ;
‒Vahiyle âhenk teşkil etmeli,
‒Hak ve hakîkati doğru bir şekilde idrâk etmeli,
‒Kurʼân ve Sünnet ışığında tekâmül ederek, âdil, hakkâniyetli, müşfik, merhametli, velhâsıl güzel ahlâklı olmalıdır.
İnsan, bu cihan mektebine kulluk imtihanı için gönderilmiştir. İlmin en mühim gâyesi de, insana Rabbini tanıtmasıdır. Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azameti karşısında kendi hiçlik, yokluk ve âcizliğini idrâk ettirerek, insanı takvâ üzere bir kulluğa sevk etmesidir. İlim tahsili, buna vesîle olduğu ölçüde faydalı, aksi hâlde faydasızdır. Hattâ ham nefisler ve nâ-ehil kimseler elinde, şerre âlet olabilmektedir.
Nitekim tarihte zulümleriyle meşhur olmuş bulunan Firavun, Nemrut, Kârun, İskender, Hülâgu, Hitler, günümüzde de siyonist işgalciler ve onlara sınırsız destek veren güyâ medenî(!) güruhlar, dünyevî bakımdan hiç de câhil insanlar değiller. Bilâkis bunlar; bilimde, fende, teknolojide ulaştıkları bilgi sâyesinde, zulüm ve katliamlarını çok daha büyük çapta gerçekleştirebilen, mazlum coğrafyaların âdeta kanını emerek onları rahatça sömürebilen, sonra da haksızlık, hırsızlık ve haydutluklarını ustaca maskeleyebilen, insanlığın yüz karası bedbahtlardır…
Medeniyet; bilimde, fende, teknolojide ilerlemekten ibâret değildir. Nitekim Batı, bu sahalarda ilerlemekle daha medenî olmadı, aksine daha da vahşîleşti. İnşâ ettiği kültür ve dünya görüşüyle; sırf kendi menfaatini düşünen, hodgâm/bencil/egoist, cimri, duygusuz, merhametsiz, “Altta kalanın canı çıksın, zayıflar tâlihine küssün!” diyen, vicdansız bir insan tipi meydana geldi. Âhiret, hesap, azap unutulduğu için; hak-hukuk, vicdan ve izʼâna vedâ edildi. İnsanın dışı süslenip yaldızlanırken, iç dünyası karanlık bir nefsâniyet mezbelesine dönüştürüldü.
Onların; adâlet, hakkâniyet ve fazîlet yerine, sırf menfaat odaklı tahsillerinin acı neticelerini, bugün Gazze başta olmak üzere, bütün mazlum coğrafyalarda görüyoruz. Zira ulaştıkları teknolojiyle artık daha hızlı ve daha fazla insan öldürebiliyorlar. Kazandıkları güçle dünyayı kendi zulüm ve haksızlıklarına boyun eğmeye, vahşet ve barbarlıklarına göz yummaya daha kolay iknâ ve icbâr edebiliyorlar. Güçlünün haklı sayıldığı, zâlimin hiçbir hukuk kâidesi tanımadan istediği gibi zulmedebildiği çarpık bir dünya nizâmını, insanlığa dayatabiliyorlar.
Demek ki ilim, tek başına ne hayır menbaıdır ne de şer... Onu faydalı veya zararlı kılan; ona sahip olan yüreklerin mânevî keyfiyetidir. Dolayısıyla ilim tahsilinin ve eğitim hayatının temelinde;
‒Mârifetullah, yani Allâhʼı kalben tanıma,
‒Muhabbetullah, yani Allah sevgisi,
‒İhsan, yani Allâhʼı görürcesine kullukta bulunma şuuru,
‒Takvâ, yani Allah korkusu,
‒Kul hakkı hassâsiyeti,
‒Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat duygusu,
‒Vicdan, iz’an, adâlet, hakkâniyet gibi mânevî ve ahlâkî değerler yoksa, o sistemin insanlığa getireceği gerçek bir huzur ve saâdetten söz edilemez.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Alçak adamlara ilimden, fenden bahsedilirse; ilme, fenne yazık edilmiş olur. Onlara bu gibi şeyleri söylemek, çorak arâziye tohum ekmek gibidir. (Çorak arâzi) hiç (faydalı ve bereketli bir) mahsul verir mi?”
[İlmi, ya mânen olgun kimselere vermek îcâb eder, ya da ilim tâliplerini hamlıktan kurtarıp kemâlât yolunun yolcusu etmek gerekir. Aksi takdirde ilim; nâkıs bir akla, tezkiye olmamış bir nefse ve tasfiye edilmemiş bir kalbe sahip olanların elinde, şerre vâsıta olabilmektedir.
Zira vahiyle buluşmayan, Allah korkusuyla terbiye olmayan gönüller, ellerindeki bilgi ve kâbiliyeti yanlış kullanmaktan kurtulamazlar. Yine böyle kimseler, hevâ ve heveslerini tatminden ve dünyevî menfaatlerini teminden başka bir şey düşünmez, bu hususta hiçbir kanun, kâide ve sınır tanımazlar.
Meselâ sırf dünyevî menfaat odaklı bir eğitimden geçen biri;
–Hukuk tahsili görse, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde zâlim bir cellat kesiliverir.
–Tıp tahsili yapsa, şifa dağıtacağı yerde bir insan kasabı veya bir organ kaçakçısı hâline geliverir.
–Bir idareci olsa, şefkat, merhamet ve hakkâniyetten nasibi olmadığı için, emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir.
Böyle ham bir insan, bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zaraﷺ ve ziyânı, dünyevî ilim sâyesinde kat kat fazlasıyla irtikâb edebilir.
Bunun içindir ki, bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“İlim talebi her müslümana farzdır. İlmi, lâyık olmayan kimseye öğreten kimse ise domuzların boynuna mücevherât, inci ve altın takan kimse gibidir.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Mevlânâ Hazretleri de;
“Ahlâksıza ilim öğretmek, eşkıyânın eline kılıç vermek gibidir.” diyerek, ilmi, ona lâyık olan kimselere vermenin lüzûmunu yahut da ilim tahsilinin mânevî terbiye ile mezcedilmesinin zarûretini ifade etmiştir.
Bugünkü eğitim sisteminde ne yazık ki kişinin sadece zihnî kâbiliyetlerine bakılmakta, onun, ilmi lâyıkıyla taşıyabilecek kalbî meziyetlere sahip olup olmadığına dikkat edilmemektedir. Oysa ki, ebedî saâdet için, ilmin sırf zâhiren tahsil edilmesi kâfî değildir. Bunun için çift kanatlı bir eğitime ihtiyaç vardır. Yani dünya ve âhiret, madde ve mânâ, beden ve ruh dengesi içinde bir tahsil zarurîdir.
Günümüzün imtihan ve kariyer odaklı eğitim sisteminde ise, anaokulundan üniversite sonuna kadar, 16-17 senelik tahsil hayatı boyunca, Hakkʼa kulluk tahsiline dâir, sadra şifâ bir eğitimin verilemediği âşikâr. Dolayısıyla bu mânevî tahsilin yapılabileceği eğitim mekânlarına da ayrı bir ehemmiyet vermek gerekir.
Meselâ en başta “aile” bir mekteptir, bir irfan ocağıdır. Evlâtlara hâl ve davranışlarıyla güzel örnek olan, nasihatleriyle müsbet telkinlerde bulunan sâlih ve sâliha ebeveynler ve güngörmüş aile büyükleri, çocukların ilk muallimleridir...
Aileden sonra, Kurʼân Kursları, İmam-Hatip Okulları, İslâmî İlimler Fakülteleri, irfan sohbetleri gibi müesseselere de revaç vermek îcâb eder. Evlâtlarımızı bu nîmetlerden istifâde ettirmeye gayret edelim.
Şunu da unutmayalım ki Peygamber Efendimiz ﷺ ashâbına İslâm kültürünü tam 23 senede, bizzat yaşayıp yaşatarak tâlim ve telkin etti. Dolayısıyla evlâtlarımızın dînî tahsilini sırf yaz tatilinde bir-iki ay camiye göndermekten ibâret, -hâşâ- basit bir eğitim olarak görmeyelim. Zira dînî tahsili bu kadar hafife almak, İslâmî şuur noksanlığının açık bir göstergesidir.
Diğer taraftan, anne babaların -sırf dünyevî ikbâl kaygılarıyla- evlâtlarını dînî tahsilden mahrum bırakmaları, büyük bir merhametsizliktir. Zira sırf dünyevî menfaatleri ön planda tutan bir eğitim hayatı, maalesef evlâtları âdeta tek kanatlı bir kuşa çeviriyor. Tek kanatla uçmaya çalışan bir kuşun da, günün birinde aç bir kedinin lokması olacağı muhakkaktır.
Bu bakımdan, evlâtlarımızın fânî ikbâli kadar ebedî istikbâlini de düşünüyorsak, onları ciddî bir İslâmî eğitimden geçirmemiz elzemdir. Bunun için evlâtlarımızın dünyevî tahsilini uhrevî tahsille mezcetmeliyiz. Onların mânevî duygularını inkişâf ettirerek ruhlarını da doyurmanın derdinde olmalıyız. Evlâtlarımıza bu cihanda Cenâb-ı Hakkʼa kulluk için bulunduğumuz gerçeğini idrâk ettirmeliyiz.
Zira Cenâb-ı Hak:
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor.
Dünya dershanesine gelenlerin en mühim dersi; “لِيَعْبُدُونِ : Cenâb-ı Hakk’a kulluk”tur. Tefsirî ifadesiyle; “لِيَعْرِفُونِ : Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek”tir. (Bkz. İbn-i Kesîr, IV, 255)
Ârif mü’minlere göre, bu cihanda Cenâb-ı Hakk’a kulluktan daha mühim bir gâye de, O’na kulluktan daha yüksek bir pâye de yoktur.
Hepimiz, bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Tahsilimiz, ecel ile sona erecek, amellerimizle toprağa gömüleceğiz. Hepimiz bu dünyaya, Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği kalb-i selîmʼi tahsil etmeye geldik.
Hayatta en mühim tahsil, mârifetullah tahsili; en güzel sanat, müslümanca yaşayabilmek; en büyük hüner de müslüman olarak can verebilmektir.
Dolayısıyla evlâtlarımıza, Hakkʼa kulluğun, bu dünyadaki en mühim tahsil olduğu, diğer tahsillerin ancak bununla birlikte bir kıymetinin bulunduğu şuurunu kazandırmalıyız.
Ehemmiyetine binâen şu hususu da vurgulamak isteriz ki, Hakkʼa kulluk tahsilinin, îmandan sonra belki de en mühim dersi “namaz”dır. Evlâtlarımıza ibadet eğitimini bilhassa küçük yaşlarda vermeliyiz. Aksi hâlde, yaş ilerledikçe bu eğitimi vermek zorlaşır. “Zamanla kılar, nasıl olsa bir gün başlar…” diyerek namaz eğitimini ihmal etmek, çok büyük bir gaflettir. Bu hususta; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatini, hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir.
Namaz hassâsiyeti hususunda, evvelâ kendimiz güzel bir örnek olalım, sonra da sevip sevdirerek çocuklarımıza namaz şuuru kazandırmaya gayret edelim.
Evlâtlarımıza vaktinde güzelce emek verelim ve onlarla yakından alâkadar olalım ki, ileride pişmanlık duymayalım. Bugün evlâtlarımızın tertemiz gönül dünyasına hangi mânevî tohumları ekersek, yarın onun mahsulünü biçeceğimizi unutmayalım.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İlim, şeytanla savaşmak için bir silâhtır. Silâhlı bir insanın düşmanla savaşmayıp ona esir düşmesi, daha büyük bir utanç sebebidir.”
“Yoldan çıkmış zavallı bir câhil, günahtan çekinmeyen âlimden daha iyidir. Çünkü o (câhil), körlüğü sebebiyle yoldan çıkmıştır, öbürü (yani âlim) ise iki gözü gördüğü hâlde kuyuya düşmüştür.”
“Günahtan çekinmeyen âlim, elinde meşale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez.”
[Zihnini ilimle doldurmuş, fakat nefsini hamlıktan kurtaramamış bir insan, hayatta karşılaştığı imtihanlarda, ilmiyle âhenk teşkil edecek olgunlukta hâl ve davranışlar sergileyemez. Dolayısıyla da câhil bir insandan farkı kalmaz. Cehâletten daha beteri ise, bile bile hakîkati gizlemek ve sırf nefsinin hoşuna gitmediği için doğruyu reddedip yanlışta ısrar etmektir.
Hakîkaten, nice bilgili kimse vardır ki, yaptığının yanlış olduğunu bilmesine rağmen, nefsini aşamadığı ve hırslarına yenik düştüğü için, birçok câhilin dahî yapmayacağı hatalara sürüklenmiştir. Meselâ Kârun, önceleri sâlih biriydi. Tevrâtʼı en iyi tefsir eden âlim bir kişiydi. Fakat Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği ilim ve serveti kendinden bilerek şımardı. Bunların birer imtihan vesîlesi olduğunu unutacak kadar kibir şaşkınlığına ve gurur ahmaklığına dûçâr oldu. Mala-mülke olan ihtirâsı sebebiyle, Cenâb-ı Hak onu güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirerek helâk etti.
Yine İsrâiloğulları içinde, kendisine keşif ve kerâmetler bahşedilmiş, âlim ve velî biri olarak bilinen Bel‘am bin Bâûrâ da nefsinin hevâsına uyarak dünyaya meyletti; ihtiraslarına mağlup olduğu için, o yüksek mânevî hâlini kaybetti, neticede kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadı.1
Câhiliye müşriklerinin ileri gelenlerinden şâir Velid bin Muğîre de Kurʼân-ı Kerîmʼin Allah katından indirilmiş mûcizevî bir kitap olduğunu vicdânen kabul ettiği hâlde nefsâniyeti gereği reddetmişti. Büyük bir gurur ve kibir hamâkatiyle;
“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” dedi.2 Yani Cenâb-ı Hakkʼın Kurʼân-ı Kerîmʼi kime indireceği hususundaki takdîrine -hâşâ- bir yanlışlık izâfe etme cür’et ve ahmaklığına sürüklendi.
Melʼun şeytan da, cehâleti/bilgisizliği yüzünden ilâhî gazaba dûçâr olmadı. Bilâkis o, gayet bilgili biriydi. Fakat bu bilgisi, onu gurur ve kibre düşmekten, neticede Allâhʼın lânetine giriftâr olmaktan kurtaramadı.
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bu hakîkate şöyle temas eder:
“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgisi, vahiyle âhenk teşkil etmeyen o bilgili kişiye) pek değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibadeti ile gurura kapıldı, nazlandı, Âdem u ile uğraştı. Onu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”
Gerçekten, insanı kibre sevk eden, sonunda da mânen helâke sürükleyen bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile, hakîkatte ağır bir âhiret vebâlinden başka nedir ki?
Kendini Hazret-i Âdemʼden üstün gören şeytan, ilâhî emre teslîm olup itaat etmek yerine, kendi akıl ve bilgisine güvenerek Allâhʼın emrini sorgulayıp Oʼnunla cidâle kalkıştı. Tıpkı bunun gibi, bugün de akıl ve ilim sayesinde hakka râm olacağı yerde gurur ve kibir şaşkınlığına dûçâr olan bazı “din âlimi” etiketli bedbahtların, kendi dindarlıklarını sorgulamak yerine, dinlerini sorguladıklarına şahit oluyoruz. Vahye tâbî ve teslîm olmak yerine, onu güyâ akıl ve bilim terâzisine vurup, nâkıs akıllarıyla kavrayamadıkları ilâhî hakîkatlere;
“‒Bunlar tarihseldir, nâzil oldukları zamana mahsustur, günümüzde geçersizdir.” diyerek, iptal mührü vurma cürʼetine kalkıştıklarını görüyoruz.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyuruyor. Yani gerçek bir âlimde öncelikle, “takvâ / Allah korkusu” şarttır. Kurʼân-ı Kerîm, ancak böyle bir kulu “âlim” diye tarif ediyor. Dolayısıyla Allah’tan korkmadan, Rasûlʼünden utanmadan, kendi nâkıs akıllarını yegâne hakîkat ölçüsü zannedip, dîni onun süzgecinden geçirerek, aklına uyanı alan, uymayanı atan gâfillerin, Kurʼân ve Sünnetʼte medhedilen ilim sahiplerinden sayılması mümkün değildir.
Hikmet ehlinin buyurduğu gibi:
“Kim ilmini artırır da ona denk olarak dünyada zühd ve takvâsını artırmazsa, o ancak Allâh’a olan uzaklığını artırmış olur...” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 169)
İlmi zihne depolayıp onu hayatına tatbik etmemek de kuru bir hamallık ve faydasız bir yorgunluktan ibârettir. Nitekim bildikleriyle amel etmeyen ve “az bir dünyalık” karşılığında Allâhʼın âyetlerini satan, yani ilâhî hakîkatleri dünyevî menfaatleri için çarpıtan Benî İsrâil âlimlerini, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “kitap yüklü merkepler”e3 teşbih etmektedir. Yani bir âlimde ilim var, fakat amel ve takvâ yoksa, âkıbeti hüsrandır.
Sahâbe-i kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:
“İlim, çok hadis bilmekten değil, haşyetten (Allah korkusundan) ileri gelir.” (Taberânî, Kebîr, IX, 102)
Hazret-i Ömer (r.a) vefât ettiğinde, yine Abdullah bin Mes’ûd t:
“–İlmin onda dokuzu gitti.” buyurmuştu.
Bunun üzerine sahâbe-i kirâm kendisine:
“–Daha içimizde âlimler var!” dediler.
İbn-i Mes’ûd (r.a) ise:
“–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” cevâbını verdi.
Hakîkî mânâda ilmi artan birinin, mârifetullahʼtan da nasîbi artmalıdır. Yani ilmin mutlak menbaı olan Cenâb-ı Hak karşısındaki haşyet ve takvâ duyguları da inkişâf etmelidir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “ilim” tâbiri, kişiyi Allah karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir vasıfta zikredilmektedir. Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)
Şayet bir kimsede mârifetullah ve onun neticesi olarak takvâdan eser yoksa, isterse on tane fakülte bitirmiş, kütüphaneler dolusu kitap okumuş, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun, Allah indinde câhil demektir.
Zira cehâlet, dünyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehâlet, Cenâb-ı Hakkʼı bilmemektir. Yani Allâhʼın lûtfuyla var olup yine Oʼnun nîmetleriyle perverde olduğu hâlde, bütün bu nîmetleri bahşeden yüce kudreti yeterince tanımamaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, insanın menfî husûsiyetlerine dâir, âyet-i kerîmede;
“…Muhakkak ki o (insan), zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil)dir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruyor.
Mârifetullah ve takvâdan nasîb alamamış bir insan “zalûm”dur; en büyük zulmü de kendine yapar; zira ebedî istikbâlini kendi eliyle mahveder.
İkinci olarak da “cehûl”dur. Yani “Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?..” bunların tefekküründen uzaktır. Sayısız hikmet tecellîleriyle dolu bu cihan dershânesinde en büyük cehâlet, Allâhʼı unutmaktır.
Maalesef bugünkü seküler ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî ve fizikî kanunların, yani aslında kevnî âyetlerin keşif ve tespitinden öteye geçmiyor. Böylece o kanunları yaratan Allâh’ı bilmek demek olan “mârifetullah” safhası, yani işin özü ve âdeta can damarı göz ardı ediliyor. Topluma ilâhî sanatın tezâhürleri anlatılıp bunların Sanatkâr’ı olan Allâh’a kalben intikâlin eğitimi verilmiyor. Böylece, yarım ve noksan bir ilim anlayışı oluşturuluyor.
Hâlbuki mâneviyattan mahrum bir şekilde, tek taraflı verilen eğitim, noksandır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğitimde madde ve mânâ dengesini sağlamak elzemdir.
Günümüzde, üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Fakat ne hazindir ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen yeterince haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen “ilim” olduğunu zannediyorlar.
Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azametini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve meslek kazandırır, fakat onu ebedî saâdete eriştiremez. Kişiyi Hak katında makbul kılacak olan, onun diploması değil, kalbindeki takvâsıdır.
Dolayısıyla dînî tahsil bile olsa, zemininde takvâ hassâsiyeti yoksa, yani dînî ilimler de sırf akılla okunup kalben hazmedilmemişse, bu da bir nevî “faydasız ilim” mâhiyetindedir.
Zira dînî tahsil; ne marangozluk, ne demircilik, ne inşaatçılık mesleklerinin tahsiline, ne de mâneviyattan uzak akademik kariyer çalışmalarına benzer. Cenâb-ı Hakkʼın dînini tahsil etmek, ilme ilâveten irfân ister, hâl ister, amel ister, muhabbet ister, edep ve tâzim ister.
İlim, hâl ile kıymet kazanır; hâl de muhabbetle elde edilir. Bir mekanik ilmi öğrenir gibi dînî ilimler öğrenilemez. Aksi hâlde buz üzerine yazılan bir yazı gibi, Güneş vurduğu zaman erir gider.
Şunu da unutmayalım ki dindar olmak, dinle ilgili bütün meseleleri ezbere bilmek değildir. Farzları, vâcipleri, sünnetleri saymakla, birkaç kitaptan imtihan olup geçmekle, dînî tahsil kemâle ermiş olmaz. Dünyevî bir ilim veya mesleği öğretir gibi dîn öğretilemez.
Meselâ Siyer-i Nebî, kuru bir kronoloji bilgisinden ibaret değildir. Peygamber Efendimiz ﷺ nerede doğdu, ne zaman hicret etti, hangi savaşları yaptı, ne zaman vefât etti, gibi kitâbî bilgiler, Siyer-i Nebî’yi bilmek değildir. Böyle zâhirî bilgilerden ibâret bir Siyer tahsili, insanların hayatlarına müsbet bir yön verme hususunda, arzu edilen neticeyi temin edemez.
Asıl Siyer tahsili, Efendimiz ﷺ’in sergilediği örnek davranışları, güzel ahlâkı, Kur’ân’ı tâlim aşkını, İslâmʼı tebliğ gayretlerini; ibret nazarıyla okumak, anlamak ve yaşamaya çalışmaktır. O’nun hissiyâtından, fikriyâtından, istikâmetinden, gönül dokusundan hisseler almaya gayret göstermektir.
Aksi hâlde sırf zihinde arşivlenip kalbe inmeyen, îman, ibadet, ahlâk ve davranışları güzelleştirmeyen bir dînî ilim tahsili bile “faydasız ilim” muhtevâsına girmekten kurtulamaz.
Bunun içindir ki Rasûlullah ﷺ Efendimiz dâimâ, Allah’tan faydalı ilim istemiş ve faydasız ilimden Oʼna sığınmıştır.4
Mevlânâ Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:
“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. (Bilgileri zihnine istifleyerek) ilim hâfızı olmuştur da, (kalben sığ kaldığı için) Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”]
Rabbimiz, rızâ ve muhabbetine vesîle olacak bir ilim ve irfan tahsilini, bizlere de nesillerimize de nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Bkz. el-A‘râf, 175-176. 2. Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385. 3. Bkz. el-Cum’a, 5. 4. Bkz. Müslim, Zikir, 73.
YORUMLAR