Muhterem Okuyucularımız;
Mahrem, yasak olan yer ve şey demek…
Biz, maalesef bütün mahrem dediğimiz şeylere pervâsızca ve arsızca dokunulan bir çağda yaşıyoruz.
İnsan canı, kanı haram/dokunulmaz; her türlü hürmete lâyık… Ama insan canının, özellikle müslüman kanının oluk oluk akıtıldığı; sudan ve petrolden ucuz olduğu bir zamanda yaşıyoruz. İki-üç asırdır o kadar çok insan ve toprak kaybettik ki, binler, on binler, yüz binler sadece birer “rakam”dan ibaret kalıyor. Oysa her bir can için dünyanın sarsılması, yerin-göğün birbirine karışması gerekiyordu. Eğer ümmetin ortak bir canlı bedeni olsaydı, her kopartılan et parçası ile sarsılır, acı çeker ve bu hoyrat ellere mânî olmaya çalışırdı!
Mübârek belde Kudüs ve civarı… Haremeyn bölgesi, yani Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere… Haram beldeler… Hürmete lâyık topraklar… Yakışıksız ve ahlâksız öyle kirli eller dokunuyor ve zaman zaman öyle mel’anetlere sahne oluyor ki, yerin dibine geçiyoruz! Kâbe’nin minberinden, zâlimlere övgüler düzülürken mazlumun çığlığı bastırılıyor ve bu, “Bu topraklar siyaset yeri değil!” ifadeleri ile yapılıyor. Müslümanlar sessiz, çaresiz ve sadece seyirci… Filistin ve Mescid-i Aksâ civarında olup bitenleri saymaya bile tâkatimiz yetmiyor. Her gün yeni bir cürüm/cinayet, dayanılmaz bir zulüm ve hunharlık… İnsanı, insan olmaktan utandıran sözler, davranışlar, alçaklıklar…
Biz, Anadolu’da Ermeni ve Rumların işgal yıllarındaki zulümlerini dinleyerek büyüdük. Cephelere gidemeyen yaşlı erkeklere, çocuklara, kadınlara, gelinlere yapılan bin bir zulüm ve akıl almaz işkenceler… Bunlara karşı, son bir gayretle canhıraş bir şekilde, örtüsünü, namusunu korumak için her şeyini fedâ eden anneleri, nineleri okuduk. Başörtüsüne dokunan, saçından bir teli görmek isteyen düşmana meydan okuyan, bu uğurda düşmanını öldüren veya kendisi şehâdete koşan nice hanımlar vardı, bu topraklarda… Hem de daha yüz yıl önce… Şimdi bu annelerin, ninelerin torunları sıradan bir insanı utandıracak kadar “çıplak”! Ne oldu bize? Hani nerede bizim mahremimiz?
Yine bu topraklarda gezen yabancı turistler, yüz-yüz elli yıl öncesinde müslüman hânelerin mahremiyetini anlatırdı. Neredeyse yüzünü dahî göremedikleri, sokaklarda sesini duyamadıkları müslüman kadının iffetini, asâletini, nezâketini, zarâfetini… Müslüman evlerinin temizliğini, erkeklerin evlerine-ailelerine bağlılıklarını… O zamanlar yediğimiz içtiğimiz şeyler tabiî, temiz ve helâldi. Konuşmalarımız ve üslûbumuz “İstanbul beyefendisi”, “İstanbul hanımefendisi” lisânıydı. Edep, hayâ, îsar, ikram, iltifat, hürmet ve muhabbet; toplumu birbirine bağlayan en temel bağlardı.
Biz bu topraklarda neyi kaybettik de bu hâllere düştük? Niye kaybettik?
Bu kadar mânevî kayıplarımız, ekonomimizdeki kayıplar kadar bizi düşündürmüyor veya üzmüyorsa, düştüğümüz bu hâle daha fazla üzülmemiz gerekmez mi? Para bugün kaybedilir, yarın kazanılır. Bir bakarsın ülkenin bir köşesinden altın, diğer köşesinden petrol-doğalgaz çıkar. Bir anda “kişi başına düşen millî gelir” fırlayıverir! Ama ya bu mânevî kayıpları nasıl telâfi edeceğiz? Bu ahlâkî sukûtu/çöküşü nasıl durduracağız? Îmandaki erozyonu durdurmak için gönülleri nasıl ağaçlandıracağız? Mânevî değerlerimizdeki çölleşme için ne gibi tedbirler aldık ve alıyoruz?
Kısacası, bu gidiş nereye? Ey insanlık, ey müslümanlar; “Nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26) Bu çıkmaz yoldan ne zaman ve nasıl döneceğiz? Cenâb-ı Hak hepimize en kısa zamanda hayırlı çıkış kapıları ihsân eylesin. Âmîn.


YORUMLAR
-
İlk yorumu yapan siz olun!