İhlas Süresi

İhlâs Sûresi, Mushaf’taki sıralamada 112.; iniş sırasına göre 22. sûredir. Nâs Sûresi’nden sonra, Necm Sûresi’nden önce Mekke’de inmiştir. Medîne’de indiğine dâir rivâyetler de vardır.

Meâli:
1- De ki: «O Allah birdir.
2- Allah Samed’dir.
3- O, doğurmamış ve doğrulmamıştır.
4- Onun hiçbir dengi yoktur.»

Sûre Hakkında Bilgiler
İhlâs Sûresi, Mushaf’taki sıralamada 112.; iniş sırasına göre 22. sûredir. Nâs Sûresi’nden sonra, Necm Sûresi’nden önce Mekke’de inmiştir. Medîne’de indiğine dâir rivâyetler de vardır.

Nüzûl Zamanı ve Sebebi
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çeşitli zamanlarda insanları Allâh’a ve O’nun indirdiği dine dâvet edince, muhatapları O Mâbud’un özelliklerini sormuşlar ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendilerine bu sûreyi okuyarak cevap vermiştir. Bazı rivayetler, Allah Teâlâ hakkında soru soranların Mekkeli müşrikler olduğunu, birtakım rivâyetler de Medîneli Yahudiler ve Necranlı Hıristiyanların bu soruları sorduklarını göstermektedir. Bu yüzden sûrenin Mekke’de indiğini söyleyenler bulunduğu gibi, Medîne’de indiğini söyleyenler de çıkmıştır. Şimdi bu rivâyetlere bir göz atalım:
1-Abdullah ibni Mes’ûd -radıyallâhu anh-’tan rivayet edildiğine göre, Kureyşliler, Peygamber Efendimize gelerek:
“-Rabbinin nesebi nedir?” diye sormuşlardı. Bunun üzerine İhlâs Sûresi nâzil oldu.
Araplarda bir yabancı tanınmak istendiğinde, nesebi ve kabilesi hakkında bilgi istenirdi. Bu, onların yaygın bir âdetiydi. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı tanımak için de kendi zihin yapıları ve alışkanlıkları îcabınca, O’nun nesebini sormuşlardı.
2- Ubeyy bin Ka’b -radıyallâhu anh-’tan gelen rivâyet de bu istikamettedir.
3-İkrime’nin İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan rivayet ettiğine göre, içlerinde Ka’b bin Eşref ve Huyey bin Ahtab’ın da bulunduğu bir grup Yahudi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“-Seni gönderen Rab nasıldır?” diye sormuş, bunun üzerine İhlâs sûresi nâzil olmuştu.
4-Atâ’nın İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan naklettiğine göre, Necran Hıristiyanlarından bir heyet, bir papazla birlikte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna geldiklerinde Peygamber Efendimize sordukları sorulardan birisi de şudur:
“-Rabbinin nasıl olduğunu söyle, O hangi maddedendir?”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Benim Rabbim, hiçbir şeyden meydana gelmedi. O, her şeyin yaratıcısıdır.” buyurdu. Çok geçmeden Allah bu sûreyi indirdi.
Rivayetlerin bütününde görüldüğü gibi, Peygamber Efendimize, “Allah Teâlâ’nın kim ve nasıl olduğu” soruldukça, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sorulara bu sûreyi okumak sûretiyle cevap vermiştir. Bu yüzden de sûre her defasında “yeni inmiş gibi” düşünülmüştür. Tefsir ilminde buna, “nüzûl tekrarı” denilir.
Aslında bu sûrenin Mekke döneminde, hatta muhtevâsından bu dönemin ilk zamanlarında nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu sûre inene kadar, Allah Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de herhangi bir âyet nâzil olmamıştı. Bu sûrenin Mekke döneminin başlarında nâzil olmasının delili, Mekke’de Hazret-i Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ın sahibi Umeyye bin Halef’in, Bilal’i kızgın kumlara yatırarak göğsüne taş koyduğunda, Bilâl -radıyallâhu anh-’ın:
“-Ehad, Ehad (Birdir, Birdir!)” diyerek Allah Teâlâ’yı zikretmesidir. Bu kelime, İhâls Sûresi’nden alınmadır.

Önceki Sûrelerle Münâsebeti
Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcut sıralama şekline göre, İhlâs Sûresi’nden önce Kâfirûn, Nasr ve Mesed (Tebbet) Sûreleri gelir. Kâfirûn Sûresi’nde, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kâfirlerin taptıkları şeylere tapmayacağını îlan etmesi emredilmiştir. Nasr (İzâ Câe) Sûresi’nde, Peygamber Efendimizin kâfirlere karşı büyük bir fetih ve yardıma mazhar olacağı, nihayetinde gâlip geleceği haber verilmiştir. Mesed Sûresi’nde de kâfirlerin hem dünyada, hem de âhirette sonlarının rüsvaylık olduğu bildirilmiştir. Bunlardan sonra gelen İhlâs Sûresi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisine ibâdet ve ilticâ ettiği Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatları hakkında bilgi vermektedir.
Diğer taraftan Kâfirûn Sûresi, “Kul: De ki!” şeklinde başlamış; bu sûredeki hitap şekli, kendisinden sonraki iki sûrede görülmemiş ve İhlâs Sûresi’nde tekrar, “Kul: De ki!” emri verilmiştir. Böylece Kâfirûn Sûresi’nde müşriklerin taptıkları putlara tapmaktan men edilen Peygamber Efendimize ve O’nun şahsında bütün insanlara, İhlâs Sûresi’nde hakikî mâbudun sıfat ve husûsiyetleri açıklanmıştır.
Bu özellikleri ile Kâfirûn Sûresi ve İhlâs Sûresi, “Kelime-i Tevhid”i işaret eder vasıftadır. Kelime-i Tevhid’in ilk kısmında bulunan “Lâ ilâhe: Hiçbir tanrı yoktur!” ifadesi ile Kâfirûn Sûresi’nde zikredilen âyetler; Allah dışındaki bütün mâbud ve ilâhların geçersiz olduğunu, gerçek hayatta hiçbir karşılık ve anlamlarının olmadığını özetler mâhiyettedir. Gerçekten “ilâh: tanrı” kelimesiyle ifade edilen bütün varlıklar, bağlılarının yakıştırdığı birtakım vasıf ve isimlerden ibarettir. Onların varlığı, kudreti ve ulûhiyeti hakkında zandan öte kesin bir bilgi yoktur. Daha önceki nesiller tarafından uydurulan/yakıştırılan bu isimler, gittikçe vazgeçilmez bir gelenek ve dine dönüşmüştür. Hâlbuki Kelime-i Tevhid’in devamında yer alan “İllallâh: Ancak Allah!” ifâdesi, bütün şirk kalıntıları reddedildikten sonra, nev-i şahsına münhasır (orijinal) bir Allah inancını ikame etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Hazret-i Âdem’den beri devam edegelen tevhid akîdesini, her türlü şirkten, yakışıksız isim ve sıfatlardan tenzih ederek ortaya koyması; İslâm’ı bütün mevcud din, inanç ve ideolojilerden ayırmaktadır. O, her türlü kemâl vasfına sahip ve her türlü hata ve noksandan münezzeh bir Yaratıcı inancıyla insanların karşısına çıkmıştır. Her ne kadar bu tevhid inancı, insanlık tarihinde ilk defa ortaya konulmamışsa da, o günkü ve hatta bugünkü şartlarda kendi içinde tutarlı, her türlü aşırılıktan uzak ve insan fıtratına en uygun, tek inanç sistemi, “tevhid”dir. Bu inancın tek bir cümlede özeti, Kelime-i Tevhid; en özlü ifadesi de “İhlâs Sûresi”dir. Bu sûreyle, Kâfirûn Sûresi’nde ifade edilen “müşriklerin çok tanrılı kulluk anlayışı” tamamen reddedildiği gibi, mü’minlerin zihninde ve gönül âleminde nasıl bir mâbuda ibadet ettikleri açık-seçik ifade edilmiştir.
Bu sebeple Kâfirûn ve İhlâs Sûreleri, mâhiyet ve mânâ itibariyle birbirini tamamlar vasıftadır. Bu tamamlayıcılık özelliği, bazı isimlerinin ortak olmasına da yol açmıştır. Nitekim her iki sûreye de “mukaşkışa” ve “mübrie” isimleri verilmiştir. Mukaşkışa, tedâvî eden, şirki uzaklaştıran demektir. Mübrie de iyileştiren anlamına gelir. Zira her iki sûre de, kalplerdeki karışıklık ve inanç kargaşasını sona erdiren, insanın tek hakikî mâbuda yönelmesini hedefleyen vasıftadır. Gerçek mâbud olan “Allah” dışındaki bütün sahte tanrılardan uzak durmak (berâe); aynı zamanda Allâh’a yönelip yaklaşmak demektir. Çünkü hak ve bâtıl, birbirinin tam anlamıyla zıddıdır. Birine yaklaşan, diğerinden o nisbette uzaklaşmış demektir.
Bütün bu özellikleri sebebiyle, İhlâs Sûresi, İslâm tevhid itikadının en kısa ve en veciz özetidir. Birkaç cümle içinde, tarih boyunca, Allâh’a yakıştırılan bütün şirk, küfür, noksan, acz ve hatalar cevaplanmış ve yine hepsinin mukabili olan Allah Teâlâ’nın yüce isim ve sıfatları zikredilmiştir. Böylece o, hem eksik ve hatalı sıfatlardan Allâh’ı “tenzih” etmekte, hem bu sıfatların doğru olanlarını göstererek inançları düzeltmekte (tâdil) ve hem de şirk ve sapıklıktan uzak saf, katıksız bir “tevhid” inancı ikame etmektedir.
Zehra ERİŞ

 

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle