İnsanız, İnsanlarla Beraber Yaşamaya Mecburuz!

Muhterem Okuyucularımız;

İslâm âlimleri, dînî esasları bir ağaca benzetirler. Bu ağacın kökleri, îman hakîkatleri; gövdesi ibadetler, dalları ve meyveleri de insânî ilişkiler ve güzel ahlâktır. Köksüz bir ağacın uzun müddet ayakta kalması mümkün olmadığı gibi, îmanla buluşmamış bir gönül de yaşayamaz ve meyve veremez. Sadece kökten ibaret olan bir ağacı, dışarıdan görülmediği ve kendisinden istifade edilmediği için “ağaç” olarak isimlendirmek bile mümkün değildir. Kökü var, gövdesi var; ama dalları ve meyveleri yoksa kimseye faydası da yok demektir. Îmanla şereflenen bir insanın, “kendine müslüman olması” kabul edilemez. Çünkü müslümanlık, ferdî yaşanan bir din değildir.

Kelime-i şehâdet fert olarak dile getirilse de toplumun bu söze ve eserlerine şehâdeti, o kişiye müslüman muâmelesi yapılması için şarttır. Tek başına namaz kılmak, mes’uliyetten kurtulmaya yetse de cemaatle namaz emir ve tavsiye edilmiştir. Cenaze, Cuma ve bayram namazları tek başına edâ edilemez. Ramazan orucunu herkes tek başına tutsa da aynı anda bütün müslümanlar bu ibadeti îfâ ettiği için “dünya çapında” bir birliktelik söz konusudur. Zekât vermek için “başkaları”nın olması şarttır. Hac yine dünya çapındaki müslümanların ortak yaptığı bir ibadet ve buluşmadır. Diğer ibadetlerin şartları veya var oluşu hep “cemiyet hâlinde bulunmayı” gerektirir. Îtikâf gibi bir ibadet için bile “bir toplum” bulunmalıdır ki insanlar onlardan bir müddet uzaklaşabilsin.

Ahlâkî esaslar da böyledir. Şeytan’ın içindeki kibrin ortaya çıkması için Hazret-i Âdem’in bulunması gerektiği gibi, Hazret-i Âdem ve Havva’nın içindeki zaaflarının görünür olması için “Şeytan imtihanı” şarttır. Kuvve/fikir/niyet hâlinde iç dünyamızda bir tohum gibi duran ahlâkî faziletler ve zaaflar, ancak diğer insanlarla bir araya geldiğimizde, çeşitli imtihanlarla yoklandığımızda ortaya çıkar. Her birimiz, yaşadığımız hayat şartları, imtihan ve tecrübelerle biraz da kendimizi tanırız. İçimizde gizlenmiş hakikatlere, şahsiyet, istîdat ve karakter özelliklerimize şahit oluruz. Bu mânâda “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” Biz kendi yansımalarımıza doğru aynalarda baktıkça kendimizi tanır, eksiklerimizi görür ve hâlimizi ıslah etmeye çalışırız.

Doğum esnasında ve hayatta kalmak için insanlarla beraber bulunduğumuz gibi, öldükten sonra, defnedilmek için bile onlara muhtacız. Öyleyse tek başına yaşamak ne bir idealdir ne ruhsattır ne de zaruret… Biz, insanlarla beraber varız, onlarla yaşayacağız, onlarla imtihan olacağız ve onlarla haşredileceğiz.

Peki, karşılaştığımız bu insanlar her zaman “iyi” kimseler mi olacak? Ya da soruyu şöyle soralım; “Biz her zaman, herkese karşı iyi miyiz?” Kendimize nasıl hata payları bırakıyorsak, “Biz de insanız, hata yaparız!” diyorsak, başka insanların da bilerek/bilmeyerek yaptıkları hatalara karşı aynı müsâmaha ve anlayışı göstermemiz gerekir.

Evet, bir delikten iki defa sokulmayalım; akıllı, firâsetli ve tedbirli olalım. Ama kasıtlı yapılan ve tekrar eden kötülükler dışında, insanlara, kendimize gösterdiğimiz anlayış ve olgunluğu gösterelim. Kendimize davranılmasını istediğimiz gibi başkalarına davranalım; zaten güzel ahlâkın özü de bu değil mi?

Eğer gerçekten birisine karşı acımasız bir hâkim kesileceksek, bu öncelikle her mazeret ve bahanenin arkasına sığınmayı alışkanlık hâline getiren nefsimiz olsun. Eğer biz onu gerektiği gibi hesaba çekebilsek zaten başkasına hesap sormaya tâkatimiz kalmaz.

Ramazân-ı Şerîf ayının müjdecisi mübârek gün ve geceler başlıyor. Cenâb-ı Hak, bu kıymetli zamanlardan günah yüklerini hafifletmiş; rızâsına uygun söz, hâl ve amelleri artırmış olarak çıkmayı hepimize nasip eylesin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle