Ümmetiniz Yâ Rasûlallah Senin

“Ey günahkârların şefaatçisi ve Ey Ehad olan Allah’ın Nuru! Ey yaratılışın kaynağı olan Nur, Ey yaratılmışların en günahkârına bile kol kanat geren merhamet sahibi! Lütuf kapından kerem eyle, beni geri çevirme! Zira Nasûhî, senin gariplerinden bir gariptir, ona medet eyle, yardım et! Ne kadar günahkâr, ne kadar yüzü kara, ne kadar âvâre olsam da senin ümmetindir yâ Rasûlallah…”

İslam medeniyeti, özünde bir muhabbet/sevgi medeniyetidir. Bu muhabbetin merkezinde Allah sevgisiyle iç içe geçmiş bir Peygamber sevgisi bulunur. Dolayısıyla İslam edebiyatının en köklü ve bereketli geleneklerinden biri, naat yazma geleneğidir.

Şairler, âlimler, arifler ve veliler bu aşkı terennüm etmeyi, Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e olan bağlılıklarını ve hasretlerini dile getirmeyi en büyük şeref addetmişlerdir. İşte bu muhabbet kervanın fertlerinden biri de 18. yüzyıl Osmanlı velîlerinden, Üsküdarlı Nasûhî Mehmed Efendi’dir. (v.1718)

O’nun yazmış olduğu bu naat-ı şerif, aşk-ı peygamberî ile dolu mü’min gönüllerin Efendimiz (s.a.v.)'e duyduğu muhabbeti, hasreti ve O’nun şefaatine olan ümidini veciz bir surette terennüm eder. Bu sebeple yüzyıllarca farklı meşrepteki tekke ve dergâhlarda zikir esnasında kaside şeklinde okunmuş, bestelenip ilahi suretinde cami ve mescidlerde yankılanmıştır.

 

Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ

Tal'atındır yâ Rasûlallah senin

Derd ile âh etdiren subh ü mesâ

Hasretindir yâ Rasûlallah senin

 

“Ey Allah’ın Elçisi, Ey gönüller sultanı! Aşk ehlini, hakikat yolcularını çılgına çeviren, onları Mecnun misali dünyadan geçiren şey, senin o nurlar saçan cemalin, o eşsiz yüzündür.”

Buradaki “tal’at” yani yüz, sıradan bir sima değildir. Ehl-i irfan ıstılahında, Allah’ın esmasının en mükemmel tecelligâhı olan Nûr-i Muhammedî'dir. Kâinatın yaratılış sebebi, varlığın kendisinden feyz aldığı o ilk nurdur. İşte âşıklar, yani uşşâk, o nurun bir zerresinin tecellisine muhatap olduklarında “şeydâ” olurlar yani akılları başlarından gider. Ama bu, delilik değil, aklın ötesindeki hakikate ermenin getirdiği bir istiğrak, bir kendinden geçme halidir. Dünyevi aklın zincirlerinden kurtulup, ilahi aşkın sonsuz fezasına kanatlanmaktır.

 “Sabah akşam bize dert ile 'âh' çektiren şey ise, sana duyduğumuz hasrettir.”

Marifet yolcuları için “dert”, kurtulunması gereken bir hastalık değil, bilakis sahip olunması gereken en kıymetli sermayedir. Dertsiz kalp, ölü kalptir. Bu dert, ayrılık derdidir. Ruhun, ezel meclisinde birlikte olduğu Sevgili’den, bu imtihan dünyasına düşerek ayrı kalmasının derdidir. Bu hasret, o “âh”ları ettirir. O “âh”, bir şikâyet değil, bir zikirdir. Ruhun, “Ben aslıma dönmek istiyorum!” feryadıdır. Tıpkı Ney’in feryadı gibi.

 

Merhamet kıl ben garîb âvâreye

Mücrimem rahm eyle yüzü kâreye

Şefkat etmek bî-kes ü bî-çâreye

Âdetindir yâ Rasûlallah senin

 

“Ey gariplerin sığınağı! Bizler bu fânî dünyada garip kullarız. Yüzümüz günahın karasıyla kapkara, lâkin senin rahmet denizine dalanlar bilir ki, bu kara yüzler orada ak olur.

Yâ Rasûlallah, Allah Teâlâ senin sıfatını “Raûf” ve “Rahîm” olarak beyan etmişken, ben de bu sıfatlara muhtaç bir çaresiz olarak kapına geldim.”

Kişi, kendi hiçliğini, günahkârlığını, kusurlarını görmeden, Sevgili'nin lütuf kapısını çalamaz. Dolu bir bardağa su konulmaz. Kalbini kendi varlığından, enaniyetinden boşaltacaksın ki, ilahi rahmet oraya tecelli etsin. Yüzün karalığını itiraf etmek, o yüzü aydınlatacak nura duyulan ihtiyacın en samimi ifadesidir.

“Ben garîb bir âvâreyim” diyor. “Garîb”, bu dünyaya yabancı, asıl vatanını özleyen demektir. “Âvâre” ise, yolunu kaybetmiş, çaresizce dolaşan... Sâlik, bu dünyanın aldatıcı güzellikleri içinde kendini garîb ve çaresiz hisseder. Bu aldatıcı güzelliklere kapılıp Allah’ın hududlarını çiğnemekten, nazargâh-ı ilahi olan kalbini bunlara bağlamaktan korkar.

Bu acziyet arzından sonra, ümidini dile getiriyor: “Kimsesizlere, çaresizlere şefkat göstermek, senin âdetindir, senin karakterindir yâ Rasûlallah!” Bu ne muazzam bir yakarıştır! Bu, Erhamürrahimîn olan Allah Teâlâ’nın “Rahmeten li'l-âlemîn" (Âlemlere rahmet) olarak gönderdiği Peygamber’in tabiatına sığınmaktır.

 

Rûz u şeb kârım benim efgân eden

Nâr-ı hasretle dilim sûzân eden

Dembedem bu gözlerim giryân eden

Firkatindir yâ Rasûlallah senin

 

Gece gündüz feryat etmek, hasretin ateşiyle kalbin ve dilin yanması, gözlerinden durmadan yaşlar akması... Bunların hepsi, “firkat”in, yani Senden ayrı düşmüş olmanın sonucudur. Bu ateş, cehennem ateşi değil, arındıran, pişiren, hamı has eyleyen aşk ateşidir.

Hasretin ateşiyle yanmak, gözyaşı dökmek... Bu, mü'minin manevi arınma yolculuğudur. Bu çileler, günahlara kefarettir. Âşığın hasretle çektiği ızdırap, onun günahlarını yakan bir ateş, kalbini temizleyen bir gözyaşıdır. Bu gözyaşı, isyan değil, kalpteki pası silen rahmet yağmurudur.

 

Asfiyânın gördüğü lutf-ı Hudâ

Evliyânın sürdüğü zevk u safâ

Enbiyânın gördüğü rıf'at şehâ

Devletindir yâ Rasûlallah senin

 

Asfiyâ (kalpleri arınmış, saf kullar), Allah’ın lütfuna Senin sayende erer. Evliyâ (Allah dostları), manevi zevki ve safâyı Senin bereketinle sürer. Enbiyâ (Diğer peygamberler) dahi, o yüce makamlara, o yüksekliğe Senin devletin sayesinde ulaşmıştır.

Buradaki “devlet” Hakîkat-i Muhammediye olarak da isimlendirilen Nûr-i Muhammedî’dir. Bütün bir maneviyat âleminin feyz kaynağının “Devlet-i Muhammedî” olduğunu ilan ediyor.

 

Ey şefî'u'l-müznibîn nûr-i Ehad

Bir garîbindir Nasûhî kıl meded

Bâb-ı lutfundan kerem kıl etme red

Ümmetindir yâ Rasûlallah senin

 

“Ey günahkârların şefaatçisi ve Ey Ehad olan Allah’ın Nuru! Ey yaratılışın kaynağı olan Nur, Ey yaratılmışların en günahkârına bile kol kanat geren merhamet sahibi! Lütuf kapından kerem eyle, beni geri çevirme! Zira Nasûhî, senin gariplerinden bir gariptir, ona medet eyle, yardım et! Ne kadar günahkâr, ne kadar yüzü kara, ne kadar âvâre olsam da senin ümmetindir yâ Rasûlallah…

Bütün amellerin, bütün ibadetlerin, bütün çabaların bittiği yerde başlayan şeydir bu: “O’na mensubiyet”. Âşığın bütün varlığıyla ortaya koyduğu tek senet, tek hüccet, tek berat budur: “Seninim.”

Nasûhî Efendi, amellerin ve ibadetlerin yetersiz kaldığı o anda, en büyük sermayesinin bu “hayırlı ümmet”e dâhil olmak olduğunu ifade ediyor. “Yâ Rasûlallah! Liyakatimle değil, sana olan bu mensubiyetimle, bu aidiyetimle kapına geldim. Beni bu şereften mahrum eyleme!” diyerek niyazını tamamlıyor.

Rabbimiz, bizleri Habîb-i Kibriyâ’nın şefkat kanatları altında birer âşık-ı sâdık eyle! Bizleri kıyamet gününde “Ümmetindir yâ Rasûlallah!” diyerek lütuf kapısından kabul edilen bahtiyar kullarından eyle!  Nasuhi Mehmed Efendi’ye rahmet, mekânını cennet eyle! Âmin, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselîn.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle