Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 17

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Helâl var, tayyib (temiz) var. Helâl oldur ki şerʻ-i mutahhar (mübarek ve mukaddes şerîat) ona ruhsat vere, müftî-i şerʼî fetvâ vere ki helâldir. Tayyib, bundan ötedir… Şerʻ-i mutahhar, zâhire (dış görünüşe göre) hükmeder ancak. Lâkin içerisinde bir gizli hâli var ola diye kalp dolanmaya. Mâdem ki kalbin itmiʼnânı (huzuru), istîmâl ve tenâvülde (bir şeyi kullanma ve yeme-içme hususunda) tereddüt üzeredir, müftî-i kalp bile fetvâ verecek olursa tayyib olur.”1

[Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالًا طَيِّبًا

Allâhʼın size helâl ve tayyib (temiz) olarak verdiği rızıklardan yiyin…” (el-Mâide, 88)

Birçok âyette de tekrar edilen2helâl” ve “tayyib” kelimeleri, Tevîlâtü’n-Necmiyye adlı eserde şöyle îzah ediliyor:

Helâl, Allah Teâlâ’nın yenmesini mübah kıldığı şeydir. Tayyib ise içinde kul hakkı olduğu şüphesi bulunmayan ve sadece ihtiyaç için kullanılıp nefsânî arzuları tatmine âlet edilmeyen şeydir. Binâenaleyh; her tayyib helâldir, fakat her helâl tayyib değildir.3

Müʼmin, takvâ üzere yaşayıp sâlih amellerle Cenâb-ı Hakkʼa yakınlaştıkça, kalbinde bambaşka ufuklar açılır. Onun nazarında ilâhî hakîkatler, engin bir mânâ kazanır. Yine onun ilâhî ölçülere riâyeti, müstesnâ bir edep, nezâket ve zarâfet arz etmeye başlar. Zira o, artık her şeyi âdeta oduncu kantarıyla tartma gafletinden kurtulur. Bilâkis, bir kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle, zerrelerin dahî hesabını düşünmeye başlar. Nice kimsenin ehemmiyet vermediği pek çok hususta, o apayrı bir titizlik gösterir. Bunun en mühim tezâhür sahası ise, dînin helâl ve haram ölçüleridir.

Meselâ bir lokmada göz hakkı” kalması, -o lokma helâl olsa bile- onun mânevî sâfiyetini zedeler. Takvâ ehli müʼminler nezdinde o artık lokma-i tayyibe” vasfını yitirmiş sayılır.

Bu sebeple kadîm medeniyetimizde;

‒Bilhassa yemek satılan ve yenilen yerlerde, fukarânın gözü kalmasın diye, yiyecekler vitrine edilmezdi.

‒Eskiden birçok evin fırını da yoktu. Börekler, baklavalar hazırlanıp bir sofra beziyle üstü örtüldükten sonra, pişirilmek üzere tepsilerle mahalle fırınına gönderilirdi. Tepsiler geri alınırken, “belki canı çekmiştir” diye fırıncıya da bir miktar verilirdi.

‒Çarşı-pazardan alınan meyve-sebzeler fileye konulur, file de içini göstermeyen bir başka torba içinde taşınırdı.

‒Pişirilen yemeğin kokusuyla komşuya eziyet vermemek için, ayrı bir îtinâ gösterilirdi. Fakat yine de -imkân ölçüsünde- ikram edip hediyeleşerek, gönüllerin muhabbetle kaynaşmasına gayret edilirdi.

Bugün ise -maalesef- bir bencillik, duygusuzluk, vurdumduymazlık ve oburluk yarışı başladı. En leziz kebaplar, pideler ve emsalleri, onları satın alamayan nice garip, yetim ve kimsesizlere nispet yaparcasına vitrine edilerek “kul hakkı”na giriliyor. Bundan daha kötü olanı ise, kul hakkına girildiğinin farkına bile varılmıyor. Zira bir yanlış yaygınlaşıp pek çok kimse tarafından yapılınca, âdeta mübah gibi telâkkî ediliyor.

Ayrıca bu nevi duygusuzluklar, toplumun varlıklı ve yoksul kesimi arasındaki kardeşlik ve muhabbet duygularını da zedeliyor.

Diğer taraftan; ârif kullar nazarında, yenilen bir yemeğin helâl olup-olmamasının da ötesinde, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiği dahî pek mühimdir. Zira hâllerde sirâyet özelliği vardır. Gıdaya sirâyet eden bu hâl, insanın bilhassa ahlâk ve ibadet hayatına tesir eder.

Hızır (a.s)’ın, Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî (r.a)’i ziyareti esnasında aralarında geçtiği nakledilen şu konuşma pek ibretlidir:

Hızır (a.s), Gucdüvânî Hazretleri’nin ikram ettiği yemekleri yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Abdülhâlık Gucdüvânî (r.a) hayretle;

“–Bunlar helâl lokmalardır; niçin yemiyorsunuz?” der.

Hızır (a.s) ise şu cevâbı verir:

“–Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir!..”

Hak dostlarının bu derece yüksek hassâsiyetlerine mukâbil, bir de bugünkü umûmî ahvâli düşünelim:

Bugün evlerdeki mutfaklar neredeyse aslî vazifesini kaybetmeye başladı. Zira mutfağın yerini lokantalar ve yemek şirketleri aldı. Kuryeler, evlere yemek yetiştirmek için birbirleriyle yarışıyor.

Hâlbuki yemeğin bir maddî lezzeti vardır, bir de mânevî lezzeti... Nasıl ki yemeğe besmele ile başlayıp sünnetteki âdâba göre yiyip sonunda da Cenâb-ı Hakkʼa hamd ile bitirmek, yemeğin feyz ve bereketini artırırsa; o yemeğin evvelâ abdestli olarak, besmeleyle, zikirle ve gönül huzuruyla pişirilmesi de, yiyenlere ayrı bir huzur ve şifâ vesîlesi olur.

Eskiden ağzı duâlı annelerin besmele, hamdele, salvele ile, şifâ ve rahmet olan Kurʼân âyetlerinin tilâvetiyle hazırladıkları yemekler, hakîkaten sadra şifâ, rûha gıda olurdu…

Şimdi ise gaflet ve nefsâniyetin yaygınlaştığı bir “hız ve haz çağı”ndayız. Alelacele ısıtılıp aynı hızla tüketilen hazır gıdalar, dışarıdan söylenen yemekler, maalesef aynı tadı ve huzuru vermekten çok uzak…

Zira o yemeği hazırlayan kişi, maddî-mânevî temizliğine ne kadar riâyet ediyor; îmanlı, abdestli, namazlı biri mi; hangi hâlet-i rûhiye ile ve nasıl pişiriyor; bütün bunlar ekseriyetle meçhul!..

O gıdalar da belki karın doyuruyor ama, ruhlara gaflet, kasvet ve hantallık veriyor.

Günümüzde bedenî ve rûhî sıkıntıların çoğalması ve maddî-mânevî huzursuzlukların artmasının sebeplerini ararken, bu hususu da göz önünde bulundurmalıyız.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Kalp tasfiyesi, lokma-i tayyibe (temiz lokma) ele getirmekle olur. Tâ ki şeytanın vesveselerinden, türlü türlü havâtırdan (menfî düşünce ve hayallerden) halâs ola. Ve havâtır-ı fâside (kötü duygu ve düşünceler) ki kalp safâsına (gönlün temizlik ve sâfiyetine) mânî olan odur. Tâat ve ibadetten lezzet ve safâ-yı bâl (kalp ve akıl temizliği) olmayınca ne hâsıl olur? Onun için her gâh söyleriz, bin kere de söylense elbette nice fayda ve teyakkun (şüpheden kurtulmuş tam bir idrâk) hâsıl olur.” 4

[Hüdâyî Hazretleri, bu ifadelerinin ardından bir kıssa nakleder. Hulâsa edecek olursak; Hak dostlarından İbrahim bin Edhem Hazretleri, mânevî hâllerinin kaybolduğunu hissederek son derece muzdarip olur. Bu hâli tam kırk gün sürer. (Nitekim bir lokmanın vücuttan tam olarak izâlesinin de kırk gün sürdüğü söylenir.)

İbrahim bin Edhem Hazretleri, geceyi ibadetle geçirmek üzere bir mescide gider. Vakit ilerleyince birtakım zuhurat, sünuhat ve tecellîyat yaşar. Mânevî hâllerinin kaybına sebep olan şeyin, kırk gün önce hurma satın alırken yere düşen bir hurma tanesini, kendisinin zannederek alıp yemesi olduğunu anlar. Hazret, derhal yola çıkar ve birkaç günlük yolculuktan sonra, hurma satıcısını bulur. Vaziyeti anlatıp helâllik ister. Satıcı, o mübârek zâtın bir hurma için bu derece zahmet çekmesine şaşırır. Hayret dolu bakışlarla şöyle der:

“‒Siz bir tanecik hurmadan ötürü bu kadar zahmete katlanıp helâllik istiyorsunuz. Biz ise bunca zamandır hayvanat gibi hangi otlaktan bulursak, şüpheli-şüphesiz ayırmadan yiyip geziyoruz.” der. Ardından da nedâmet gözyaşları içinde tevbe eder, Hazretʼin irşâdına tâlip olur.5

Demek ki helâl ve temiz lokma, kalbin sâfiyetini korumak için elzemdir. Zira haram ve şüpheli lokmalar âdeta rûha zehir saçar, kalbin hakîkatlere karşı perdelenmesine sebep olur.

Helâl kazanıp helâl yemek, o kadar mühimdir ki, ibadetlerin makbûliyeti dahî buna bağlıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; haram kazançla hacca giden biri; “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk!” dediğinde, semâdan bir münâdînin; “Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk!” diyerek onu reddedeceği, o şahsın hiçbir sevap alamadan, bilâkis günahkâr olarak döneceği bildirilmektedir. (Bkz. Heysemî, III, 209-210)

Bundan dolayıdır ki Hakkʼa yakın kullar, vücutlarına bir zerre haram veya şüpheli lokma girmesindense, pek çok zahmete katlanmayı tercih ederler.

Şunu aslâ hatırımızdan çıkarmayalım ki, kalplerin dinden, îmandan, mâneviyattan, ibadette huşûdan ve güzel ahlâktan uzaklaşmasının en mühim sebeplerinden biri, kazanca ve gıdaya karışan haram ve şüphelilerdir.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

Bu seher vakti, benden mânevî feyiz, tulûat, sünûhat, ilham ve hikmet kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Allah aşkı da mahlûkâta merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma, şüpheli veya haramdır.”

Velhâsıl, kazancına ve gıdasına haram veya şüpheli karışanın ameli bozulur, ihlâsı zedelenir. Rûhun huzuru, helâl lokmaya bağlıdır.

Nitekim Hak dostlarından Bâhâüddîn Nakşibend Hazretleri de gıdasının helâliyetine son derece dikkat eder, bunun için kendi gıdasını bizzat kendisi yetiştirirdi. Hattâ nice âlim ve ârif zâtlar, onun ikramlarını şifâ niyetiyle yer ve hastalar için yanlarında götürürlerdi.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin bir talebesi bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan şikâyet eder. Hazret, talebesine;

“–Yediğin lokmaların helâl olup olmadığını iyi araştır!” buyurur. Talebe gidip araştırdığında, yemek pişirdiği ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını anlar ve hemen tevbe eder.

Helâl-haram hassâsiyetinin ehemmiyet ve bereketini, merhum pederim Mûsâ Efendi de şu hâdise ile anlatırdı:

“Müslüman olmuş Ermeni bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine, nasıl hidâyete erdiğini sorduğumda, şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum olan Molla Rebî’nin güzel ahlâkı vesîlesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

“–Buyrun, bu süt sizin!” dedi.

Şaşırdım:

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.

O hassas ve zarif gönüllü insan:

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitene kadar sütünü size getireceğim.” dedi.

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!” dediysem de Molla Rebî yine:

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdeleri kalktı ve hidâyet güneşi kalbime doğdu. Kendi kendime:

Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarif, hakşinas, olgun ve temiz insanlar yetiştiren bir dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.»”]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Derûnundan edip âhı,

Koma gâfil seher-gâhı!

İşit firrû ilâllâh”ı6

Gel Allâhʼa gel Allâhʼa!..

[Hak âşıkları nezdinde seher vakitleri, mânevî bir hazine mevkiindedir. Yürekten gelen yakarışlarla Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etmenin ve Oʼna yakınlaşmanın en feyizli vakitleridir.

Nasıl ki vücudumuzda kalp, akciğer, karaciğer, mide gibi maddî merkezler varsa, mânevî merkezler de vardır ki bunlara “letâif” denilmektedir.

Cismânî bedenimizin hayâtiyetini devam ettirebilmek için maddî gıdalara muhtaç olduğumuz gibi, rûhânî bünyemizde bulunan mânevî merkezlerin canlılık ve inkişâfı için de, ibadet, zikir, istiğfar, tefekkür gibi mânevî gıdalara muhtâcız. Rûhun bu gıdaları alabileceği en feyizli vakitler ise seherlerdir.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz seherlerde uzun uzun teheccüd kılardı. Hattâ bu teheccüd namazını, Tebük gibi zorlu seferlerde bile aksatmazdı. Yine Efendimiz (s.a.v) seherlerde istiğfârı, zikri, tefekkürü, Kur’ân tilâvetini ve duâyı hiç terk etmezdi.

Öyle ki, hastalandığı ve ayağa kalkamayacak kadar tâkatsiz kaldığı zamanlarda dahî, oturarak da olsa seherlerini ihyâ etti. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18/1307)

Geceleri sabahlara kadar ibadetle meşgul olan Bişr-i Hâfî Hazretleri’ne:

“–Geceleyin belli bir süre istirahat edemez misin?” dediklerinde o Hak âşığı büyük velî, şu hikmetli mukâbelede bulunmuştur:

“–Allah Teâlâ, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmışken; Hak Teâlâ’nın bir tek günahımı dahî bağışladığını bilmeyen ben, nasıl uyuyabilirim?!”

Dolayısıyla; Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, ashâb-ı kirâm ve onların izinden giden sâlih müʼminler, seherlerin ihyâsına son derece ehemmiyet vermişlerdir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efen-di-miz, seherlerin gönül feyzinden mahrum kalmayalım diye, pek çok îkaz ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:

Ge-ce iba-de-ti-ne dik-kat edi-niz! Çün-kü o, siz-den ön-ce-ki sâ-lih kim-se-le-rin âde-ti-dir. Şüp-he-siz ge-ce iba-de-te kalk-mak, Al-lâha yak-laş-ma-ya ve-sî-le-dir. (Bu iba-det) gü-nah-lar-dan alı-koyar, ha-tâ-la-ra ke-fâ-ret olur ve be-den-den dert-le-ri gi-de-rir.” (Tir-mi-zî, De-avât, 101)

“Ümmetimin en şereflileri, ehl-i Kur’ân olanlar ve mûtad olarak gece ibadetine kalkanlardır.” (Münâvî, I, 522)

Gecenin öyle bir ânı vardır ki, onu yakalayıp da Allahtan hayırlı bir şey dileyen müslümana, Allah ne dilerse verir.” (Tirmizî, Vitr, 16)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Seherde açılan güller,

Öten şûrîde7 bülbüller,

Benefşelerle8 sümbüller,

Sana âşık Senʼi özler…

[Ârif kalpler; bu kâinatta, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler. Bu âlemdeki kevnî âyetlerden olan güllerin, sümbüllerin, bülbüllerin hâl lisânına âşinâ olurlar.

Cenâb-ı Hak, seher vaktine bahşettiği husûsî feyz ve rahmetten müstefîd olmamız için, biz kullarına kâinat kitabındaki birçok kevnî âyetle dâvette bulunuyor.

Havanın tatlı bir meltem gibi ferahlık verdiği, çiçeklerin latîf râyihalar yaydığı, bülbüllerin âdeta ruhları okşayan nağmelerle şakıdığı, bazı kelplerin ve horozların sanki bir çalar saat vazifesi icrâ ettiği seher vaktinde, Cenâb-ı Hak bizim de uyanmamızı, ilâhî feyz ve rahmetten bol bol istifâde etmemizi istiyor.

Lokman (a.s)ʼın şu nasihati ne kadar mânidardır:

Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!”]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Anın fazlıyla devreyler felekler,

Ziyâyı andan alır mihr eğer mâh…

Ve biʼl-eshâri hüm yestağfirûne”

Bak, istiğfâr eyle her seher-gâh!..

[Gökyüzü ve semâvî varlıklar, Cenâb-ı Hakkʼın fazl u keremiyle dönüp dururlar. Ay ve Güneş de, nûrunu Oʼndan alır. Sen de «Seherlerde bağışlanma dilerler.» (ez-Zâriyât, 18) âyetine bak da, her seher vaktini istiğfâr ile ihyâ et.”

Rabbimiz’in ikram ve ihsanlarının kullarına âdeta sağanak hâlinde yağdığı seherlerde bilhassa istiğfar ve gözyaşını ganimet bilmek gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyorlar:

Rabbimiz her gece dünya semâsına tecellî eder ve:

«Tevbe eden yok mu, onun tevbesini kabûl edeyim? İsteyen yok mu, ona istediğini vereyim? İstiğfâr eden yok mu, onu bağışlayayım?» diye nidâ eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 168-170)

Bizim ilâhî affa ihtiyacımız yok mu? Tabi ki hepimiz Oʼna muhtacız. O hâlde af ve lûtuf kapılarının âdeta ardına kadar açıldığı, tevbe ve istiğfârın en makbul zamanı olan seherleri kaçırmayalım. Nitekim Rabbimiz:

كَانُوا قَل۪يلًا مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ

 وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

(O müttakî kullar) geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) buyurarak kullarını o vakitte istiğfâra davet ediyor.

Diğer taraftan, seher vaktini ibadetle ihyâ edip o mânevî ziyafette rûhunu lâyıkıyla doyurabilen bir müʼmin, gündüze yüksek bir feyz ve rûhâniyetle girer. O mânevî kuvvetle, nefsânî ve şeytânî tuzaklara karşı daha mukâvemetli olur. Gündüzünü takvâ hassâsiyetiyle geçiren bir müʼmin de tekrar sehere kalkmakta zorluk çekmez.

Dolayısıyla bizler de tıpkı Güneş batınca Ay’ın doğması, gece ile gündüzün sürekli vardiya değiştirmesi gibi; geceden gündüze, gündüzden de geceye mânevî bir zindelikle girmeye gayret etmeliyiz.

Bir adam İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne gelerek:

“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çare öğret.” demişti. İbrahim bin Edhem Hazretleri, ona şu cevâbı verdi:

“–Gündüzleyin Allâha isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Zira geceleyin Onun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!”

Dolayısıyla seherleri ihyâ hususunda ihmal ve gafletimiz varsa, gündüzlerimizi gözden geçirmeli, hatâ ve kusurlarımızın tevbe ve telâfisine yönelmeliyiz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Eyler seherde gulgule,9

Dost gülşeninin10 bülbülü.

İster vere cânın güle,

Dost gülşeninin bülbülü…

[Seherleri ihyâ etmek, gönüldeki aşk-ı ilâhînin kuvveti nisbetinde mümkündür. Bu sebeple -tâbir câizse- her kişinin değil, er kişinin kârıdır. Zira seherler; insanı bir mıknatıs gibi çeken yataktan kalkıp tatlı uykuyu bölerek ilâhî huzûra, sırf aşk-ı ilâhî sebebiyle baş koyma zamanıdır.

Fudayl bin Iyâz g buyurur ki:

Allah Teâlâ geceleyin tecellî buyurduğunda şöyle seslenirmiş:

«Gündüzleri Beni sevdiklerini iddiâ edenler nerede? Her âşık, sevdiği ile baş başa kalmak istemez mi? İşte Ben, şu anda huzur makâmında Benimle konuşan, müşâhede makâmında Bana hitâb eden dostlarıma nazar etmekteyim. Yarın Cennetimde onların gözlerini aydınlatacağım.»”

Muhabbetin en büyük göstergesi, fedakârlıktır. Seherler de, Rabbimizʼe muhabbetimizin test edildiği müstesnâ vakitlerdir.

Bu sebeple Hakkʼa yakın kullar, seher hazinesini zâyî etmekten titizlikle sakınırlar. Ne yapıp eder, uykularını bölerek Hakkʼın vuslat dergâhına koşarlar. Herkes uyurken uyanıp Cenâb-ı Hakkʼın husûsî dâvetine icâbet ederler. Böylece, ilâhî muhabbet ve mârifet meclisine giren müstesnâ kullardan olurlar.

Bir düşünecek olursak:

Gece saat üçte uçağımız olsa, ona nasıl da hazırlanırız. Uyuya kalmamak için alarm üstüne alarm kurar, erkenden yatıp uyku düzenimizi yolculuğumuza göre ayarlar, o saatte muhakkak uçağa yetişmeye çalışırız.

İşte bunun gibi Hak âşıkları da, gönüllerin âdeta Arşʼa kanatlandığı o vakti, ne pahasına olursa olsun kaçırmamak için ciddî bir gayret ve hassâsiyet gösterirler.]

Cenâb-ı Hak, lûtfettiği ömür sermayesinin her ânını, rızâsına medâr olacak sâlih amellerle tezyîn edebilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 36. Sohbet, sf. 293, Vefâ Yay. İst. 2010. 2) Bkz. el-Bakara, 168; en-Nahl, 114. 3) Bkz. Bursevî, Rûhul-Beyân, c. 2, sf. 144, Erkam Yayınları, İstanbul 2010. 4) Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e, 36. Sohbet, sf. 295-296. 5) Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, a.g.e, 36. Sohbet, sf. 296. 6) Firrû ilâllâh: Allâhʼa koşun!.. (ez-Zâriyât, 50) 7) Şûrîde: Yanmış, tutuşmuş. 8) Benefşe: Menekşe. 9) Gulgule: Çığlık, feryat. 10) Gülşen: Gül bahçesi.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle