Hak Dostlarından Hikmetler Yunus Emre -16

İbadetlerimizin hak katındaki makbûliyet derecesini görmek istiyorsak, haram ve kerahatlerden ne kadar kaçındığımıza, buna mukâbil, sevap ve hayırlara ne kadar gayretli olduğumuza bakmamız kâfidir.

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yedi deniz ve dört ırmak seni mismil1 eylemeye

Çünkü işin o Hak ile olmadıysa kaldın ırak2

[Hak dostları, her hâlükârda Cenâb-ı Hak ile beraberlik ikliminde yaşarlar. Kendilerini her an ilâhî kameraların müşâhedesi altında bilirler. Bu şuur ve hissiyat ile yaptıkları ibadet ve amelleri de Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine vesîle olur.

Bunun zıddına Cenâb-ı Hak’tan gâfil şekilde yaşanan bir hayat ise, en fecî ziyanlıktır. Bu fânî imtihan âlemine nereden ve niçin geldiğini, kimin mülkünde yaşadığını, kimin verdiği rızıkla merzuk olduğunu, sonunda dönüşünün kime olacağını bilmeyen bir insan, zâhiren ne kadar bilgili olursa olsun, en büyük hikmet ve hakîkatten mahrum kalmış demektir.

Cenâb-ı Hak kullarına peygamberler, kitaplar göndermiş, kâinâtı varlık ve birliğine işaret eden sayısız kevnî âyetiyle tezyin etmiş, insanı idrâk bakımından mahlûkâtın en üstünü kılmıştır.

Hâl böyleyken, bunca nîmetleri ihsân eden Cenâb-ı Hak’tan gâfil bir hayat yaşamak, ne büyük bir kalp körlüğüdür. Bu cihan misafirhanesinde yerli edâsıyla oturan, alık ve abus bir çehreyle dolaşanların gâfilce oynadıkları körebe oyununun, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşeceğini, âyet-i kerîme şöyle haber vermektedir:

“Bu dünyada (gaflete dalmak sûretiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerden gâfil kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72)

Bunun içindir ki sâlih mü’minler, Cenâb-ı Hak’tan bir nefes bile gâfil kalmamak için dâimî bir zikir hâliyle yaşamaya gayret gösterirler. Bu hâl, onların ibadetlerine, ahlâklarına, muâmelât ve muâşeretlerine, velhâsıl hayatlarının her safhasına yüksek fazîletler olarak akseder.

Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından istediği de “ihsan” şuuru içinde bir kulluk hayatı yaşamamızdır. Yani bizler Cenâb-ı Hakk’ı bu dünya gözüyle göremesek de O bizi her an görüp gözetmektedir. O bizim her hâlimize vâkıftır. Kalbimizden geçenleri dahî bilmektedir. İşte bu şuur ve idrâki, hiç silinmeyecek şekilde kalbimize nakşetmemiz zarûrîdir.

Zira bu “ihsan” şuurumuz hangi seviyede ise, ibadetlerimizi makbul kılan tâdil-i erkâna da o kadar riâyetkâr olur, huşû hâlini o nisbette yakalayabiliriz.

Meselâ oruç ibadeti bize Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinin kadrini bilmeyi, şükrümüzü artırmayı, O’nun aç ve muhtaç kullarına karşı daha merhametli olmayı tâlim eder. Böylece Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımızı artırır.

Zekât, sadaka ve infak ibadetleri, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri yine O’nun kullarıyla paylaşırken, ikramlarımızın muhtacın eline geçmeden evvel Cenâb-ı Hakk’ın kudret eline geçeceği hissiyâtıyla, büyük bir edep, nezâket ve hürmet duyguları içinde bulunmamızı telkin eder.

İhramlarla bir kefen iklimine girerek îfâ edilen hac ibadeti de Cenâb-ı Hakk’ın davetine; “Lebbeyk / buyur yâ Rabbi” nidâlarıyla icâbet etmektir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ af, rahmet, mağfiret, yakınlık ve lûtuf tecellîlerine kavuşmaktır. Hazret-i Mevlânâ’nın mecâzen ifade ettiği gibi:

“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin Sahibi'ni arasınlar. O’nu bulduktan sonra, Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

İşte hac ibadeti de Cenâb-ı Hak ile beraberliği kalbe nakşedebilme nisbetinde makbul olur.

Yine Rabbimiz’le beraberlik hissiyâtımız ölçüsünde, kalp ve beden âhengi içinde rükû ve secdelere varabiliriz.

Fakat bu şuur yoksa -Allah korusun- ibadetler, değersiz bir paçavra gibi kulun yüzüne çarpılacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Huşû içinde kılınmayan, rükû ve secdeleri tam olarak yerine getirilmeyen bir namaz (âhirette) simsiyah, zifiri bir karanlık hâlinde ortaya çıkacak ve sahibine «Senin beni zâyi ettiğin gibi Allah da seni zâyi etsin!» diyecektir. Allâh’ın dilediği zaman gelince, böyle kılınan namazlar, eskimiş elbise gibi dürülüp sahibinin suratına çarpılacaktır.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, III, 263/3095)

Nitekim Cenâb-ı Hak da:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.

Demek ki beden kıbleye dönmüşken, kalbin gaflet mecrâlarında dolaşıyor olması, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder, ibadetin de feyz ve rûhâniyetine zehir saçar.

Mevlânâ Hazretleri şu îkazda bulunur:

“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâde etmeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi, Allâh’ın büyüklüğünden habersiz bir şekilde, sadece başını yere koyup kaldırma!..”

Cenâb-ı Hak, sonsuz kudretiyle, bütün mahlûkâtının her an yanı başındadır. Mühim olan, bizim ne kadar O’nunla beraber olabildiğimizdir. Zira gönlümüz, Allah ile beraberlik ufkuna ne ölçüde sahipse, ibadetlerimiz de o nisbette seviye kazanır. Allah ile beraberlik şuuruyla yapılan küçücük bir amel bile Hak katında dağlar misâli büyürken, Cenâb-ı Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir işte hayır olmaz.

Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de bir başka tevbeye muhtaçtır.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmüş olan Mecnun, farkında olmadan, namaz kılmakta olan bir kimsenin önünden geçer. Selâm verip namazını bitiren adam hiddetle seslenir:

“–Behey gâfil! Namaz kılanın önünden geçilmez, bilmez misin?!”

Mecnun, o kimseye şu mukâbelede bulunur:

“–Ben, Leylâ’nın aşkından seni görmedim ki! Asıl sen, huzûrunda namaza durduğun Allâh’ın aşkından beni nasıl görebildin?!”

Namazdaki huşû hâlinin ehemmiyetini, Cenâb-ı Hak şöyle beyan buyurmaktadır:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, namazın huşû ile kılındığı nisbette kabul edileceğini şöyle haber vermiştir:

“Kişi namazını bitirir de ona ancak namazının onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123-124/796; Ahmed, IV, 321)

Bir başka rivâyette de:

“Kişiye namazından, ancak kalbinin hazır olduğu kısım yazılır.” buyrulmaktadır. (Süheylî, Ravdu’l-Ünf, II, 208)

Velhâsıl ibadetlerden istifâdemiz, ancak kendimizi ilâhî huzurda bilerek, huşû içerisinde edâ etmemize bağlıdır. Bu hâli elde edebilmek için de Rabbimiz’in gazabını celbeden bütün haramlardan, kerahatlerden, şüphelilerden titizlikle sakınmalı; O’nun rızâ ve hoşnutluğunu celbedecek bütün vesîlelere sımsıkı sarılmalıyız.

İbadetlerimizin Hak katındaki makbûliyet derecesini görmek istiyorsak; günahlardan ne kadar kaçındığımıza, sevaplara da ne kadar gayretli olduğumuza bakmamız kâfîdir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Su ne kadar arıta, çün yavuz3 huyun bile

Meğer bizi pâk ede Hak’tan inâyetimiz4

[İnsanın bedeni su ile temizlenir. Fakat kalbi temiz tutabilmek, huy ve ahlâkı temiz bir mü’min olabilmek, hem kulun gayretine, hem de Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremine bağlıdır.

Eski bir İstanbul hamamının kitâbesinde, şu mânidar beyit yer alırmış:

Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,

Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!

Yani; “Pis tıynetli, kötü huylu bir kimse isen, hamamdan bir hayır bekleme! Gerçek temizlik istiyorsan, evvelâ kalbini temizle, sonra da bedenini…”

Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmelerde:

(Nefsini) arındıran, mutlaka kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)

“Temizlenen kimse, kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.” (el-A’lâ, 14) buyuruyor.

Ebedî kurtuluşa vesîle olacak makbul bir kulluk hayatı için, mü’minin iç âlemini mânevî lekelerden, menfî temâyüllerden, çirkin hâl ve vasıflardan, günah ve isyanların kir ve pasından arındırması zarurîdir.

Zira Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı kötü huylara, fücur ve gaflete müptelâ olan hantal bir gönülle, mânevî zirvelere çıkılamaz. Kalbî kesâfet ile, letâfet iklimlerinde yol alınamaz.

Bundan dolayıdır ki kalbimizin tasfiyesi ve nefsimizin tezkiyesi için hem gayret etmeli, hem de bu hususta bizleri muvaffak kılması için Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmeliyiz.

Sâlih bir mü’min hiçbir zaman;

“–Nasıl olsa benim kalbim temiz.” diyerek kendini kurtulmuş göremez. Kendini fânîler nezdinde değil, Cenâb-ı Hakk’ın katında aklayabilmenin derdinde olur. Yani kıyamet günü Mahkeme-i Kübrâ’da beraat ederek Cenâb-ı Hakk’ın tebrie ve tezkiyesine nâil olabilmeyi, en büyük gâye edinir. Toplumdaki gâfillerin hâline bakarak kendini beğenme gafletinden sakınır.

Zira Cenâb-ı Hak:

“…Kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O (Allah Teâlâ) kötülükten sakınanı en iyi bilendir.” (en-Necm, 32) buyurmaktadır.

Yine âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere Hazret-i Yusuf (a.s.) da şöyle demiştir:

“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder…” (Yûsuf, 53)

Velhâsıl nefsimizi tezkiye edebilmek için her şeyden evvel Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine muhtacız. Bu hususta bize düşen; Allâh’ın emirlerini samimiyetle yerine getirip, nehiylerinden de titizlikle sakındıktan sonra, O’nun engin rahmet ve mağfiretine sığınmaktır.

Şu hadîs-i şerîf ne kadar mânidardır:

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz bir defasında:

“–Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Sahâbîler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular.

Efendimiz (s.a.s.) şu cevâbı verdi:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)

Yine Efendimiz (s.a.s.)’in sevgili kızı Hazret-i Fâtıma’ya yaptığı şu îkaz da çok ibretlidir:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14)

Demek ki kulluk gayretlerinden uzak kalanların; “Benim îmânım sağlam, kalbim temiz…” gibi sözleri, ancak gaflet ve cehâlet lâkırdılarıdır.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur ki:

“Kişinin içi temiz ise, dışında bunun görünmesi lâzımdır. İçi temiz olan bir kişiden güzel ve faydalı davranışlar zuhûr eder. İçi kirli olan, menfî duygu, temâyül ve ihtiraslardan temizlenmemiş kişiden de kötü, çirkin ve zararlı davranışlar zuhûr eder...” (el-Fethu’r-Rabbânî, sf. 574)

Velhâsıl şâirin; “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” dediği gibi, kişinin hâl ve davranışları, onun iç âleminin aynasıdır. Kulun kalbi temiz ise, bu temizliğin; ibadet, muâmelât, güzel ahlâk, kul hakkı ve takvâ hassâsiyeti olarak hayatına aksetmesi gerekir.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“İnsanlar, sadece «îmân ettik» demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?!” (el-Ankebût, 2)

İslâm, hayatın hiçbir safhasını boş bırakmadan ömrün bütün muhtevâsını tanzim eden büyük bir nizamdır. Sâlih bir mü’min olabilmek için, ne pahasına olursa olsun, bu nizâmın dışına çıkmamak gerekir. Bu husustaki imtihanlara da îman gücüyle tahammül göstermek îcâb eder.

Bu itibarla, mü’minler olarak, hem ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet etmeli, hem de Cenâb-ı Hak’tan kulluğumuzun kabulünü niyâz etmeliyiz. Duâlarımız gibi bütün amellerimizin de Cenâb-ı Hakk’ın kabulüne muhtaç olduğunu hatırımızdan çıkarmamalı, hiçbir zaman gaflet ve rehâvete kapılmamalıyız.

İlim ve irfanda kendisine “Güneşler Güneşi” denilen büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri dahî, yazdığı bir mektupta bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:

“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.”

Şüphesiz ki sâlih amellere titizlikle devam eden o mübârek zâtı bu hissiyâta sevk eden, Hakk’ın huzûrunda yaşadığı “hiçlik” hâliydi. Nitekim Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, böyle buyurduktan sonra der ki:

“Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan, Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için, insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır…

Şeytanın, akıllarıyla oynadığı kimseler gibi, Allah Teâlâ’nın fazlına güvenerek, ibadetlerde aslâ ihmâlkârlık gösterme!..” (Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. Mektup)

Fakat kimilerinde bu gaflet vardır:

“–Nasıl olsa Allah merhametlidir, affeder.” deyip kulluk vazifelerine gereken ihtimâmı göstermez, haram ve kerahatlerden lâyıkıyla sakınmazlar. Hâlbuki Cenâb-ı Hak şu îkazda bulunmaktadır:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı şeytan, Allah hakkında (O’nun affına güvendirerek) sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

İşit sözümü ey gâfil, tanla5 seher vaktinde dur

Öyle buyurmuş ol kâmil, tanla seher vaktinde dur

Yatanların yatlı6 hâli, hiç nesneye ermez eli

Seher eser rahmet yeli, tanla seher vaktinde dur

[Rabbimiz seher vakitlerine müstesnâ sırlar, hikmetler ve feyizler lûtfetmiştir. Zira gecenin ortasında tatlı uykularını bölerek ve sıcak yataklarını terk ederek Cenâb-ı Hak ile beraberliğe koşmak, O’nun rızâ ve muhabbetini celbetmesi sebebiyle, müstesnâ bir rahmet vesîlesidir. Dolayısıyla Hak dostları ve sâlih mü’minler, günün bu vaktini ihyâ etmeyi mühim bir îtiyad hâline getirmişlerdir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:

“Gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allâh’a yakınlık vesîlesidir. (Geceyi ibadetle ihyâ etmek) günahlardan alıkoyar, hatâlara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101/3549)

Cenâb-ı Hak, en büyük rahmet ve mağfiret kapılarını, seherlerde açıyor. Bu sebeple seherler, tevbe-istiğfar ve duâların en çok müstecâb olduğu kıymetli vakitlerdir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de:

“Gecede bir saat vardır ki, müslüman bir kimsenin Allah’tan, dünya veya âhiretle alâkalı bir hayır talebi o saate rastlarsa, Allah dilediğini ona mutlakâ verir. Bu saat, her gecede vardır.” buyrulmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 166)

Amr bin Abese (r.a.) da şöyle anlatır:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vakitler içinde Allâh’a yakınlık bakımından, diğerlerine göre daha fazîletli olan bir vakit var mıdır?” diye sordum.

“–Evet, Rabbin kula en yakın olduğu vakit, gecenin son kısmının ortasıdır. Eğer o saatte Allâh’ı zikreden kimselerden olmaya gücün yeterse bunu yap! Çünkü namaz (o saatte) meşhûddur (melekler o esnâda hazır bulunup şâhitlik ederler).” buyurdu. (Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 35)

Hâce Ali Râmitenî (r. aleyh) de şöyle buyurur:

“Üç kalp birleştiği zaman, mü’min kulun arzusu tahakkuk eder: Mü’minin kalbi, Kur’ân’ın kalbi Yâsîn Sûresi ve gecenin kalbi seher vakitleri.”7

Seher vaktine ve gece ibadetine gösterilen rağbet, gönüllerdeki ilâhî muhabbetin de bir göstergesidir. Bunun içindir ki Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:

“İslâm ile şereflenen bir kişi nasıl olur da geceyi tamamen uykuya verip Allah Teâlâ’nın emanetini muhafaza etmez?! Cenâb-ı Hakk’ın bize en mühim emanetlerinden biri, seherlerde kalkıp kıyâma durmaktır.” buyurmuştur.8

Düşünmeliyiz ki, meselâ gece saat dörtte uçağımız olsa, ona göre hazırlığımızı yapar, erkenden yatar, vaktinde uyanabilmek için alarm kurar, hattâ uyandırması için bir yakınımıza tembih eder, ne yapıp edip o saatte kalkmaya çalışırız. Şayet uykuya yenik düşerek uçağı kaçıracak olsak; buna son derece üzülür, kendimize kızarız.

Kalbî hayat için âdeta bir ganimet kıymetinde olan seher vaktini uyku ile ziyan etmek de, bir uçağımızı kaçırmaktan, çok daha büyük bir mânevî kayıp hükmündedir.

Unutmayalım ki her geçen gün, ömür takviminden bir yaprak daha düşüyor. Geceler ve gündüzler durmaksızın birbirini takip ediyor. Seherin bereketleri, geceyi gafletle tüketenlerin üzerinden, tıpkı denize, çöle ve taşlık arâziye yağan yağmurun ziyan oluşu gibi geçip gidiyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde pişmanlık manzaraları olan “keşke”ler bildiriliyor. Yani âhirette insanın, dünyada iken kaçırdığı fırsatlar sebebiyle duyacağı nedâmetler haber veriliyor. Mânevî bir hazine kıymetinde olan seherlere bîgâne davrananlar da, kıyâmet sabahına uyandıklarında, kaçırdıkları o büyük fırsat demleri için derin bir hasret duyacaklardır.

Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in beyânına göre:

“…Süleyman (a.s.)’a annesi:

«–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zira geceleyin fazla uyumak, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır.» demiştir.” (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salâh, 174)

Bunun içindir ki Hak âşıkları nazarında, ibadetten uzak geçirilen seherler, hayatın hicran vakitleridir.

İnsan, maddî açlığını ekseriyetle gündüz vakti gideriyor. Fakat rûhun en kıymetli gıdâsı, seherlerin mânevî ziyafetinde ikram ediliyor.

Mü’min, seherlerde rûhunu güzelce doyuracak ki;

–Gündüze mânen güçlü-kuvvetli girebilsin.

–Nefsânî ihtiraslara karşı mukâvemet gösterebilsin.

–Şeytânî tuzaklara karşı uyanık olabilsin.

–Mâsiyetlerden kendini koruyabilsin.

Nasıl ki günümüzde pandemiye karşı koruyucu aşılar yapılıyorsa, bizler de seherlerin feyz ve rûhâniyetiyle kendimizi günah virüslerinden de korumaya gayret göstermeliyiz.]

Cenâb-ı Hak, şu kısacık dünya hayatının gün ve gecelerini gafletle israf etmekten cümlemizi muhâfaza buyursun. Bilhassa içinde bulunduğumuz üç aylar ikliminin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilen bahtiyar kullarından olabilmeyi, biz âciz kullarına, lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Mismil: Temiz, pâk, arı. 2) Irak: Uzak, gerçekleşmesi güç, uzak düşmek. 3) Yavuz: (Eski Türkçe’de) kötü, fenâ, azgın, yaramaz. (Sonraki asırlarda, yaman, güçlü mânâlarına dönüşmüştür.) 4) İnâyet: Yardım, lûtuf, medet. 5) Tanla: Sabahleyin, seher vakti. 6) Yatlı: Kötü. 7) Muhammed Pârsâ, Muhammed Bahâeddîn Hazretleri’nin Sohbetleri, trc. Necdet Tosun, İstanbul 1998, s. 60. 8) Hânî, Hadâik, s. 697.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle