Şeyh Sâdî (r. a.) -17-

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Başkalarının başına gelen felâketlerden ibret al ki daha başkaları da senden ibret almasınlar.”

“Bahtiyar insanlar; kendilerinden önce gelenlerden, eski hâdiselerden, darb-ı mesellerden, hikâye ve kıssalardan hisse alır, ibret dersi çıkarırlar. Bu sûretle kendilerinden sonra geleceklere ibret teşkil etmezler.”

[Kurʼân ve kâinat nasıl ki kavlî ve kevnî âyetlerse, Cenâb-ı Hakkʼın ezelî ve ebedî ilmiyle takdir ettiği hâdiseler de ibret nazarıyla okunması gereken, sır ve hikmet dolu bir başka kitap mâhiyetindedir.

Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼinde; Âd Kavmi, Semud Kavmi, Firavunʼun Kavmi, Şuayb -aleyhisselâm-ʼın kavmi gibi geçmiş milletlerin başından geçen bazı hâdiseleri, birer ibret levhası hâlinde zikrediyor. Onların işledikleri cürüm ve isyanlar sebebiyle nasıl helâke sürüklendiklerini bildiriyor ki;

‒Aynı hatâlara biz de düşmeyelim.

‒Onların kıssalarından hisse alalım.

‒Bizden sonra gelecek nesillere kötü bir örnek olmayalım.

Esâsen tarih ilminin gâyesi de istikbâle emin adımlarla yürüyebilmek için, mâzîden gerekli ders ve ibretleri almaktır. Zira geçmişte birçok kavmi batıran hatâ ve isyanlar, bugün de devam etmektedir.

İbn-i Haldunʼun dediği gibi:

“Geçmiş hâdiseler gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Bu bakımdan tarih ilmi, kuru bir kronoloji bilgisinden ibaret değildir. Tarihte âbâd olanlar niye âbâd oldu, berbâd olanlar niye berbâd oldu? İşte tarih ilmi, hâdiselerin sebep ve neticelerindeki mantığı kavrayıp;

‒Mâzîdeki hatâların benzerlerine düşmekten sakınmak ve

‒Muvaffakıyete ulaştıran tecrübelerden istifâde edebilmek için, sık sık bakılması gereken bir aynadır.

Yine tarih, milletlerin çeşitli hâdiselerle dolu mâzîlerinde; hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın, hayır ile şerrin asıl zeminini gösteren, hikmetli bir ilimdir. İstikbâle giden yolda isâbetli adımlar atabilmek için, bu zemini doğru idrâk etmek elzemdir.

Merhum Âkif ne güzel söyler:

Tarihi tekerrür diye târif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?..

Sultan 2. Abdülhamid Han da;

“Tarih değil, hatâlar tekerrür eder.” diyerek, geçmişten ders almanın ehemmiyetini ifade etmiştir.

Dünyanın gözleri önünde katliâma mâruz bırakılan Bosna’nın mücâhid ve mütefekkir lideri Aliya İzzetbegoviçʼin;

Soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır!” sözü de tarihin aslâ göz ardı edilmemesi gereken bir îkaz levhası olduğunu, açıkça beyan etmektedir.

Hakîkaten 1974ʼte Kıbrısʼta, 1992ʼde Azerbaycan-Hocalıʼda, 1992-1995 yılları arasında Bosnaʼda, 2010ʼlu yıllardan itibâren Arakanʼda, günümüzde ise Gazzeʼde yaşanan katliamları ve emsallerini unutmayıp unutturmamalıyız ki bu felâketler tekrarlanmasın.

İstiklâl şâiri Mehmed Âkif;

“Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” dediği gibi, Çanakkaleʼden, İstiklâl Harbiʼnden, 15 Temmuzʼdan ibret alıp bunları unutmamalıyız ki o ağır bedelleri bir daha ödemek zorunda kalmayalım.

Bunun için kendi medeniyetimizin kıymetini bilelim. Bizi biz yapan İslâm şahsiyet ve karakterine sımsıkı sarılalım. Evlâtlarımızı da bu şuurla yetiştirmeye gayret edelim.

Yine Aliya İzzetbegoviçʼin şu ihtârını da aslâ unutmayalım;

“Savaş; ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir!”

Eskiden kılıç kılıca haçlı savaşları vardı. Bugün kılıçlar ortadan kalktı. Çünkü haçlı işgallerinin şekli değişti. Bugün -maalesef- daha beter bir haçlı istilâsı zihinlerde ve gönüllerde yaşanıyor. Küresel güçler; siyasî, iktisadî hattâ askerî baskılara ilâveten, hâkim oldukları internet, sosyal medya, dijital oyunlar, televizyon, filmler, diziler, modalar ve reklâmlar vasıtasıyla, âdeta ruhlara katran döküyor. Nesillerimizin iç dünyasını boşaltıyor, kendi gâfilâne dünya görüşleriyle dolduruyor.

Eskiden toplumda sınırlı sayıda kumarhane vardı. Mahdut miktarda gayr-i ahlâkî fiillerin işlendiği mekânlar vardı. Bugün ise dijital mecrâlar bunların daha ötesine geçti. İnternete bağlı bütün ekranlar, birçok cürmün kolayca işlenmesine elverişli vâsıtalar hâline geldi.

Nesli tehdit eden bütün bu hayâsızca akınların neticesinde -maalesef- âhiret unutuluyor, iffet ve hayâ zedeleniyor, ahlâksızlıkların normal kabul edilmesi dayatılıyor. Aile müessesesi başta olmak üzere, millî ve mânevî bütün âidiyetler yok edilmek isteniyor. Toplumlar; köksüz, kimliksiz, kişiliksiz, kolayca yönetilen “insan sürüleri” hâline getirilmeye çalışılıyor.

Nice güzel ve pâk nesiller; medyanın kölesi, küresel kültür istilâcılarının gönüllü bir esiri hâline geliyor. Uyuşmuş dimağlar, kendilerini düşmandan koruyan maddî-mânevî zırhları “yük” olarak görmeye başlıyor. Şerre karşı savunmasız yaşamayı “hak, hürriyet ve rahatlık” zannediyor, sefâlet çarşılarında saâdet arıyor.

Bu safhadan sonra, anne-babanın biyolojik yakınlığı da bir kıymet ifade etmiyor. Evlâtlar, dimağlarını besleyen mihrakların çocukları olup çıkıyor. Kendi medeniyetine nefret kusan, cellâtlarına âşık gâfillere dönüşüyor. Gayr-i müslimlere özenen evlâtlar, kendi ecdâdına değil, ecdâdının düşmanlarına hayranlık duyan nesiller olarak özüne yabancılaşıyor.

Bâtıl ehline özenerek ebedî saâdetini tehlikeye atmanın, ne büyük bir hamâkat olduğunu, Mevlânâ Hazretleri şu teşbihle îzah ediyor:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Lâkin hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..”

Bunun için, nesillerimizi korumak, bugün çok daha ehemmiyetli bir hâle gelmiş bulunmaktadır.

İslâm şahsiyet ve karakterini korumanın ilk şartı da küffâra karşı mukâvemetli ve tâvizsiz olmaktır. Zira îman; lâyıkına muhabbet kadar, müstahakkına nefreti de gerektirir. Yine îman; hubb-i fillâh / Allâh’ın sevdiklerini sevmek kadar buğz-i fillâh / Allâh’ın sevmediklerini sevmemeyi de îcâb ettirir.

Nitekim Fetih Sûresi’nin son âyetinde, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunan mü’minlerin vasıfları sayılırken “kâfirlere karşı çetin (yani zerre kadar tâviz vermeyen), kendi aralarında ise merhametlidirler” buyrulmaktadır.

Yine Mâide Sûresiʼnin 54. âyetinde, Allâhʼın sevdiği toplumun vasıfları zikredilirken “müʼminlere karşı alçak gönüllü (mütevâzı ve şefkatli), kâfirlere karşı ise vakarlı ve zorlu” oldukları beyan edilmektedir.

Demek ki gayr-i müslimlerin bâtıl inançlarından, en ufak bir in’ikâs alınmayacak. Onların örf, âdet ve inançlarına karşı gönülde en küçük bir temâyül ve sempati bulunmayacak. Meselâ hristiyan âleminin mukaddes saydığı yılbaşını kutlamak, İslâm şahsiyet ve karakterine kesinlikle aykırıdır. Ayrıca bir “Vatikan projesi” olan “dinler arası diyalog” çalışmalarının da İslâmʼdan tâvizler koparma maksadına hizmet ettiğini aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız. Yegâne hak dîn olan İslâm mükemmeldir. Mükemmelin ise tahrife uğrayıp bozulmuş bir din ile teʼlif edilmesi aslâ söz konusu olamaz!

Bugün kapitalist sistem, daha fazla mal satabilmek için “anneler, babalar, sevgililer günü” gibi birtakım günler îcâd etmiştir. İslâmʼda bunların yeri yoktur. Her gün anne-babaya, aile efrâdına, akrabaya, konu-komşuya vefâkâr olma günüdür. Elinin ve yüreğinin uzanabildiği bütün coğrafyalardaki mazlum, mağdur ve bîçâre din kardeşlerimize iyilik, ihsan ve ikramda bulunma günüdür.

Müslümanın bütün yaşantısı, merasimi, düğünü, âdetleri, evi, eşyası, kılık-kıyafeti, saçı-sakalı, şekli-şemâili, velhâsıl her hâl ve tavrı, İslâmî bir karakter ve üslûp içinde olmalıdır. Bunun aksine gayr-i müslimlere benzemeye çalışmak ise îmâna zarar verir, hattâ -Allah korusun- sonunda onlardan olmakla neticelenebilir. Zira hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da Azerbaycan ve Dağıstan’a gönderdiği İslâm ordularına şu tembihte bulunmuştur:

“‒Sakın putperestlerin giyindiği gibi giyinmeyin! Onların yediğinden yemeyin! (Orada İslâm şahsiyet ve karakterini muhafaza edin…)”

Bu bakımdan bir mü’min, kimlerle ünsiyet edeceğine, kimlere karşı mesafeli kalacağına son derece dikkat etmelidir. Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha Sûresiʼnde;

“Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet…” (el-Fâtiha, 6-7) niyâzında bulunuyoruz.

Cenâb-ı Hak, nîmet verdiği kullarının kimler olduğunu, dolayısıyla kimlere özenmemiz gerektiğini şöyle beyan buyuruyor:

“Kim Allâhʼa ve Rasûlʼe itaat ederse işte onlar, Allâhʼın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)

İşte bu dostlara benzeyebilmek, büyük bir uhrevî hazinedir ve kulun elde edebileceği en kıymetli servet de budur.

Buna mukâbil, yine Fâtiha Sûresi’nin son âyetinde;

“…Gazaba uğrayanların ve sapıkların (yoluna) değil.” (el-Fâtiha, 7) buyrularak, gayr-i müslimlerin yoluna uymaktan ve onlara benzemekten îkaz edildiğimizi, hatırımızdan çıkarmayalım.

Bugün selde sürüklenen kütükler misâli savrulup gitmemek ve mânevî kimliğimizi kaybetmemek için, Kurʼân ahlâkına sımsıkı sarılmamız elzemdir. Bilhassa evlâtlarımızı sağlam bir İslâmî şuurla yetiştirmeliyiz ki zamâne şerlerine karşı mukâvemet gösterebilsinler; îman, ahlâk ve şahsiyetlerini koruyabilsinler.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Duydum ki evliyânın tuttuğu taş gümüş olurmuş. Sen belki «böyle şey olmaz» dersin. Fakat buradaki incelik ve asıl kastedilen mânâ şudur:

İnsan, Hak Teâlâ’nın takdîrine rızâ gösterince, onun nazarında taş ile gümüş bir olur. Nitekim çocukta bir ihtiras ve tamah olmadığı için, onun elinde altınla toprak birdir.”

[Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü’nün mânevî terbiyesinde mesafe katettikçe fânî muhabbetler gönüllerinde sıfırlandı, dünya gözlerinde küçüldü, âdeta bir çakıl taşı gibi ehemmiyetsiz hâle geldi.

Kuzey Afrika, Şam, İran ve daha birçok memleket fethedildi. Ganimetler Medîneʼye aktı, beytüʼl-mâl dolup taştı. Zenginlik arttı. Fakat ashâb-ı kirâmın evinin geometrisi, dekoru, aksesuarı değişmedi.

Zira onlar, esas hayat olan âhireti dünyaya tercih eden bir gönül ufkuna eriştiler. Dünya muhabbetleri onların nazarında ehemmiyetini yitirdi. Onlar dâimâ; “Yarın nefislerimizin varacağı konak, kabir olacak.” şuuruyla, âhiret odaklı bir dünya hayatı yaşadılar.

Kalpler takvâda mesafe aldıkça, Allah indinde değer kazandı. Koyu bir karanlığa gömülmüş olan câhiliye toplumundan, fazîlet semâsının yıldız şahsiyetleri meydana geldi.

İslâm Fıkhı’nın mühim sîmâlarından biri olan Karâfî (v. 684) bu hakîkate işaretle şöyle der:

“Peygamber Efendimiz’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirdiği ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[1]

Peygamberlerin “vahyi tebliğ, kitap ve hikmeti tâlim”in dışındaki diğer bir vazifesi de “kalpleri tezkiye” etmektir. Yani Cenâb-ı Hakkʼın râzı olmadığı her türlü mânevî kirlerden temizleyerek kalpleri “selîm” hâle getirmektir. İşte gerçek simya da budur, yani kalplere Allah katında kıymet kazandırmaktır.

Peygamber vârisi olan âlim ve âriflerin esas kerameti de gönülleri Cenâb-ı Hakkʼın sevip râzı olduğu kıymetli bir kıvama ulaştırmalarıdır. Yoksa taşı-toprağı altına çevirmek değil…

Kalpleri bâtılın işgâlinden ve değersiz meşgalelerle uğraşma gafletinden kurtarıp Hak ile meşguliyete sevk etmek, böylece onu “kalb-i selîm”e dönüştürmek, ebedî saâdet sermayesidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

“O gün (kıyâmet günü), ne mal fayda verir ne de evlât.

Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Şâir Bağdadlı Rûhî de bu hakîkati mısrâlarına şöyle aksettirir:

Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler,

Yevme lâ-yenfeuʼda kalb-i selîm isterler!..

“Ey efendi / ey tâcir! Mal ve evlâdın fayda vermeyeceği hesap gününde, senden altın ve gümüş isteyeceklerini sanma. O gün senden ancak kalb-i selîm isterler.”

İşte bütün mesele, Hak katında değerli olan o kalbî kıvamı elde edebilmektir. Bunun yolu da Peygamber vârisi âlim ve âriflerin irşâdına gönül vermek, onların rehberliğine muhabbetle tâbî olmaktır.

“Şeb-i Arûs”unun sene-i devriyesinde bulunduğumuz Mevlânâ Hazretleriʼnin, âdeta bir “mânevî rehabilite merkezi” olan gönül dergâhına işaretle, şâir ne güzel seslenir:

Ey saâdet mülkünün hünkârı Pîr;

Sende sır var,

Sende sekrân[2] kâinâtın raksı var,

Her giren câhil girer dergâhına,

Her çıkan dânâ[3] çıkar… (Bekir Sıtkı Erdoğan)

Hak dostu âlim ve âriflerden en büyük istifâde, onların irşâdıyla nefislerimizi tezkiye, gönüllerimizi tasfiye ederek “kalb-i selîm”e ulaşabilmektir. Şu hâdise, Hak dostlarının bu vasfına ne güzel bir misaldir:

Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -rahmetullâhi aleyh-’in bir talebesi, geçirdiği bir buhran sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette Hazretʼin kapısına gelir. Kapıyı açan kişi:

“‒Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?!” diye azarlayınca, o bitkin adamcağız:

“‒Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile getirir.

Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve gönlü yaralı talebesini içeriye buyur ederek, onu can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu zarif üslûpla irşâda mazhar olan o şahıs da bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Velhâsıl Hak dostlarının en büyük kerâmeti, gönüllerde yaptıkları müsbet inkılaplardır, güzel değişimlerdir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Zavallı ölünün dili olsaydı, ağlayıp feryâd ederek şöyle diyecekti:

«Ey hayatta olan insan! Bugün dilin dönerken Allâh’ı zikret, ölü gibi susma!..»”

[Allâh’ı unutarak gaflet içinde geçirilen bütün vakitler, ömür takviminin çöpe atılmış altın yapraklarıdır. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sadece dünyada Allâh’ı zikretmeden geçirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedâmet duyacaklardır!” (Heysemî, X, 73-74)

Dolayısıyla kalbimizi ve dilimizi her dâim Hakkʼın zikriyle meşgul etmeye çalışmalıyız ki âhiretteki nedâmet ve hasretimiz büyük olmasın.

Kıyâmet günü, dünyada iken ağzımızdan çıkmış olan bütün sözlerin hesabı sorulacaktır. Bu hesabın lehimize neticelenmesi için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkazına son derece dikkat etmeliyiz:

“Âdemoğlunun, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak veya Allah Teâlâ’yı zikir hâriç, bütün sözleri aleyhinedir, lehine değildir.” (Tirmizî, Zühd, 63/2412)

Dolayısıyla insan illâ konuşacaksa, sükûttan kıymetli sözler söylemelidir. Aksi hâlde susmalıdır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gâyet kısa ve öz konuşup sükûtunun uzun sürmesi, bizleri, çok konuşmaktan tefekküre fırsat bulamayan gâfiller gibi olmaktan îkaz mâhiyetindedir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor:

“Sözü hikmet olmayanın konuştuğu yersiz, tefekkür etmeyenin sükûtu boş, ibret nazarı ile bakmayanın bakışları hatâdır.” (İhyâ, IV, 764)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rânûnâ Vâdisiʼnde verdiği bir hutbede şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar!

–Ölmeden önce tevbe edin.

–Fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın.

–Gizli-açık bolca sadaka vermek ve

–Allâhʼı çok çok zikretmekle

Rabbinizle aranızı düzeltin!..” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)

Cenâb-ı Hak, her dâim zikir hâlinde olmamızı istiyor. Âyet-i kerîmede:

“Onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzerindeyken (dâimâ) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor.

Kalp, Cenâb-ı Hakkʼın zikrinde öyle mesafe alacak ki müʼmin, cihanda nereye baksa ilâhî azamet tecellîlerini, kudret nakışlarını görecek, kevnî âyetleri gönül gözüyle okuyacak. Her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. “Elhamdülillah! Sübhânallah! Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Nitekim aynı âyet-i kerîmenin devamında, dâimî zikir hâlinde bulunanların bu vasfına dikkat çekilerek şöyle buyruluyor:

“…Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (derin derin) tefekkür ederler (ve şöyle derler):

«Rabbimiz! Sen bu (âlemi) boşuna yaratmadın, Senʼi tesbîh ederiz, bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki dâimî zikre ermek isteyen bir kul, kâinat kitabının hangi sayfasına baksa ilâhî sanatı temâşâ edecek; eserden Müessirʼe, sebepten Müsebbibʼe, sanattan Sanatkârʼa kalben intikâl edecek. İlâhî kudret ve azametin tefekküründe derinleşerek her an Cenâb-ı Hakkʼı zikir ve Oʼna ilticâ hâlinde yaşayacak.

Nitekim Hak dostlarının bu hâlini aksettiren şu kıssa ne kadar mânidardır:

Mûsâ -aleyhisselâm- zamanında biri, otuz sene ibadet etmişti. Bir bulut gölge yaparak onu Güneşʼten koruyordu. Bir gün bulut gelmedi, o âbid Güneşʼte kaldı. Annesine bunun sebebini sorduğunda:

“–Herhâlde bir günah işlemişsin.” dedi. O:

“–Hayır, günah işlemedim!” deyince annesi:

“–Göklere, çiçeklere bakmadın mı? Onları görünce Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür ettin mi?” dedi. Oğlu:

“–Evet, etrafımdaki hârikulâde güzellikleri gördüğüm hâlde, tefekkürde kusur ettim.” deyince annesi:

“–Bundan büyük gaflet olur mu? Hemen tevbe et!” dedi.[4]

Hasan-ı Basrî Hazretleri;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizden yüz çevirteceğim…” (el-Aʻrâf, 146) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hak, bu gibilerin gönüllerini ilâhî azamet üzerinde tefekkürden alıkoyar.” (İhyâ, IV, 764)

Dolayısıyla en büyük gaflet;

‒Cenâb-ı Hakkʼın sonsuz kudret ve azamet tecellîleri karşısında alık ve abus bir çehreyle âlemi seyretmektir.

‒Kâinat kitabında sergilenen kevnî âyetleri gönül gözüyle okuyup ibret almak yerine, materyalist bir kafayla; “bunlar sıradan tabiat hâdiseleri” deyip geçivermektir.

‒Hâdiselerde verilmek istenen ilâhî mesajlara kör ve sağır kesilmektir.

Cenâb-ı Hak, bilgisi dışında bir yaprağın dahî düşmediğini,[5] karada ve denizde meydana gelen fesâdın, insanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler sebebiyle başlarına geldiğini[6] bildirip, ibret almaya, tevbe etmeye, hâlimize çekidüzen vermeye davet ediyor.

Hâl böyleyken depremler, tsunamiler, seller, kuraklıklar, yangınlar, salgın hastalıklar ve emsallerinin, birer ilâhî îkaz ve imtihan vasfı da taşıdığını görmezden gelmek, bunların kendiliğinden ve rastgele olduğunu zannetmek, ne büyük bir gaflettir!

Bunun içindir ki Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri;

“Zikir, gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde, sussan bile zikir hâlinde sayılırsın…” buyurmuştur.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi; kalbinde ve dilinde zikir, bakışında ibret, sükûtunda tefekkür olan sâlih kullarından eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305.

[2] Sekran: Mânevî sarhoşluk.

[3] Dânâ: Âlim.

[4] M. Lütfi Arslan, Kıssa Sohbetler, sf. 147, Erkam Yay. İstanbul 2022.

[5] Bkz. el-Enʻâm, 59.

[6] Bkz. er-Rûm, 41.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle