Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Takdîr-i ilâhî birinin can damarını kesti. Bir dostu da onun ölümüne feryâd ü figān ederek ağladı.
O kimsenin böyle ağlayıp sızladığını gören basîret sahibi bir zât ona dedi ki:
«Mümkün olsaydı ölen, senin yüzünden kefenini yırtar ve şöyle derdi:
‒Benim için bu kadar üzülecek ne var? Öldümse, senden bir iki gün önce sefere çıktım. Sen ölmeyecek misin ki benim vefâtıma bu kadar yanıyorsun?!
Gerçeği gören kimse, bir ölünün üzerine toprak attığı zaman, o toprağı ölüye değil, kendi üzerine attığını bilir ve kendine yüreği yanar.»”
[Ölümün yaşı yoktur. Dünyaya gelen her insan, bir ebediyet yolcusudur. Cenâb-ı Hak, ölüme ve âhirete her an hazırlıklı olalım diye, ezelde takdir ettiği ecelin vaktini, biz kulları için meçhul kılmıştır.
Ayrıca ecelin bu meçhûliyeti, hayatın devamı için de lüzumlu olan bir rahmet tecellîsidir. Zira insanoğlu ne zaman öleceğini tam olarak bilseydi, ölüme yaklaştıkça âdeta her gün ölüp ölüp dirilir, hayatın îcaplarını yerine getirecek mecâli kalmazdı. Yani insan, beşeriyet îcâbı bir gaflet vesîlesiyle, hayatını huzurlu ve dengeli bir sûrette devam ettirebilmektedir. Mühim olan, bu gafleti aşırıya kaçırmamaktır.
Bunun için, bir ebediyet yolcusu olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalı, bu fânî cihan misafirhanesinde kalıcı edasıyla oturmaktan sakınmalıyız.
Bu hususta Hazret-i Osmanʼın şu îkazı ne kadar ibretlidir:
“Ey Âdemoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri, ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayıp bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun müddetçe bu böyle devam edecektir.
Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu, hiç beklemediğin bir anda olabilir.
Öyleyse son nefese dâimâ hazırlıklı ol ve gâfil avlanmamaya çalış. Çünkü ölüm meleği, senden aslâ gâfil değildir.” (Ali el-Müttakî, nmr: 42790)
Hasan-ı Basrî Hazretleri de şâhit olunan cenaze manzaralarından nasıl ders almak gerektiğini ifade sadedinde buyuruyor ki:
“Azrâil u rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Vefât eden kişinin evindekiler feryâd ü figān ederler. Azrâil u hâl lisânı ile onlara şöyle der:
«‒Siz niçin bu kadar çok ağlıyorsunuz? Ben bu insanın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat gereği canını aldım.
Boşuna ağlamayın. Ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi geride bırakmayacağım.»”
Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:
“Eğer ev halkı Azrâil u’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”
Bu bakımdan, hemen hemen her gün, konu-komşu, eş-dost, akraba, yakın ve uzak çevremizde cenâze haberleri ve manzaraları görürken, ölümü kendimize uzak görme gafletinden kurtulmalıyız. Fırsat eldeyken son nefesimizi güzelleştirmeye gayret etmeli, kabre ve âhirete hazırlanmaya çalışmalıyız.
Unutmayalım ki bu hazırlığı ne kadar yapabilirsek, Rabbimiz de bizi o kadar ölüm ve ötesinin korku ve endişelerinden emin kılar.
Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“Biliniz ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yunus, 62)
Başka kimlere korku ve hüzün yok? Âyet-i kerîmelerde Rabbimiz onları da açıkça beyan buyuruyor:
“Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya; onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 262)
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya; onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (el-Bakara, 274)
“«Rabbimiz Allahʼtır» deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13)
“Ey Âdemoğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Aʻrâf, 35)
Dolayısıyla ecel senedinin meçhul vâdesi dolmadan evvel;
–Elimizdeki imkânları âdâbına riâyet ederek cömertçe infak etmeli,
–Kur’ân ve Sünnet istikâmeti üzere bir kulluk hayatı yaşamalı,
–Allah ve Rasûlʼüne cân u gönülden itaat edip hâlimizi ıslaha çalışmalı,
Böylece Cenâb-ı Hak ile dostluk iklimine girmeye gayret etmeliyiz.
Merhum Necip Fâzıl bu fânî cihandaki asıl muvaffakıyeti ne güzel hulâsa eder:
O demde ki pederler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner…
Şüphesiz ki ölümü böyle bir huzur içinde karşılayabilmek, ömrünü Rabbinin rızâ ve muhabbetini kazanma cehdiyle geçiren, sâlih kulların kârıdır.
Âdeta âhiretsiz bir dünya hayali içinde gâfilâne bir hayat sürenlere hazin bir ayrılık ve korkunç bir felâket olarak görünen ölümün, sâlih müʼminler için huzur ve saadet dolu bir vuslat olarak tecellî edişini, Vehb bin Münebbih bir kıssa ile şöyle nakleder:
Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken, üzerine giymek için sayısız elbise içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte büyük bir ihtişam içinde yola çıktı. Atının üzerinde mağrur bir şekilde yol alırken, karşılarına çıkan üstü başı perişan biri, hükümdarın atının yularına yapıştı. Hükümdar hiddetle:
“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye bağırdı.
Adamcağız ise sâkince:
“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayatî bir mesele...” dedi.
Hükümdar, merakla karışık bir hışımla:
“–Söyle bakalım!” deyince, adam:
“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.
Hükümdar eğildi, adam:
“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.
Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı:
“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.
Azrâil u ise:
“–Hayır, sana müsâade yok. Âilene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdârın canını alıverdi.
Daha sonra yoluna devam eden Azrâil u sâlih bir mü’minle karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra:
“–Seninle bir işim var, fakat bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul, buna sevindi ve:
“–Hoş geldin, ne zamandır seni bekliyordum…” dedi.
Azrâil u:
“–Öyleyse yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi. Adam:
“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” dedi. Bunun üzerine ölüm meleği:
“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.” dedi. Adam:
“–Buna imkân var mı?” diye sordu. Melek:
“–Evet, senin için bununla emrolundum.” dedi. Adam:
“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve öyle de oldu.[1]
Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:
“Herkesin ölümü kendi rengindedir.”
“Ey ölümden korkup kaçan kişi! İşin aslını ve sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun; sen kendi hâl ve amellerinden korkuyorsun. Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün ve korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi iç dünyanın çirkin yüzüdür...”
Yani son nefes, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın mânevî keyfiyetine göre çıkar:
‒Mü’mine gurbetten sılaya dönüş mutluluğu veya huzurlu bir bayram sabahı olur.
‒Kâfire ise kâbuslarla dolu, korkunç bir azap yolculuğu…
Nitekim Ebû Hâzim şöyle buyurur:
“İtaatkâr bir kulun Allâh’a gidişi; evinden, âilesinden ayrı düşen bir insanın, onu iştiyakla bekleyen âilesine kavuşması gibidir. Âsî bir insanın Allâh’a gidişi ise, efendisinden kaçan bir kölenin yakalanıp tekrar ona döndürülmesi gibidir.”
Bunun içindir ki;
–Dünyayı fânî bir konak hükmünde görüp âhirete yakînen îmân eden,
–Son nefes eşiğini îman selâmetiyle aşabilmek için ömrünü takvâ hassasiyeti içinde yaşayan,
–Cennet ve Cemâlullahʼa kavuşma arzusunu bütün fânî zevklerden üstün tutan sâlih mü’minler, dünyayı âhiretle mezcetmeyi başardıkları nisbette, ölümü gönül huzuruyla karşılayacaklardır.
Şair Yahya Kemâlʼin şu mısrâları, bu huzur iklimini ne güzel tasvir etmektedir:
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;[2]
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter...
Hak dostları, ölümü Refîk-ı Âlâ’ya, En Yüce Dostʼa kavuşma vesîlesi olarak görmüş, Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle “şeb-i arûs / düğün gecesi” olarak telâkkî etmişlerdir. Nitekim Hak dostlarının âdeta sözcüsü mevkiinde bulunan Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünya derdi var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme! Sakın ola ki öldüğüm için ağlama; «Yazık, vah-vah!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
Beni toprağa verdiklerinde de; «Elvedâ, elvedâ!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!
Mezar bir perdedir ki onun arkasında Cennet’in huzuru vardır! Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş’le Ay’a, ufukta kaybolmaktan dolayı hiçbir ziyan gelir mi?
Bu hâl sana; batmak ve kaybolmak gibi görünse de aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!
Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?..
Hem değil mi ki canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır. Kezâ ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl/dost olana güllük gülistanlıktır; âb-ı hayattır...”
Velhâsıl bu fânî cihanda bizden önce ebediyet yolculuğuna çıkan eş-dost, akraba ve sevdiklerimizin vefâtına elbette mahzun olmalıyız. Fakat mühim olan, onların geride kalanlara hâl lisânıyla yaptıkları telkinlerden, gerekli ders ve ibretleri alabilmektir.
Dolayısıyla bir vefat haberi aldığımızda, cenaze arabası gördüğümüzde, selâ işittiğimizde, cenaze namazı kıldığımızda, bir kabristanı ziyaret ettiğimizde, o mevtâların başına gelenin, her an bizim de başımıza gelebileceğini unutmayalım.
Bazı mezar taşlarında yer alan;
“Ey ziyaretçi! Dün ben senin gibiydim. Gâfil olma, yarın da sen benim gibi olacaksın!” nasihatini, hatırımızdan çıkarmayalım.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Kötü işlerden hicap duy ki yarın rûz-i mahşerde, sâlih müʼminlerin karşısında utanmayasın. O gün, herkese dünyada söylediği sözler ve gördüğü işler sorulur. Büyük peygamberler bile korkudan titrerler. Peygamberlerin dehşet duydukları bir yerde, sen ne yapabilirsin, elinden ne gelir? Günahlarını nasıl mâzur gösterebilirsin?”
[Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Rasûl’ü de mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)
Müfessir İsmail Hakkı Bursevî, bu âyet-i kerîmenin ardından, şu nasihatte bulunuyor:
“Akıllı bir insan; Allahʼın, Rasûlʼünün ve bütün müʼminlerin huzurunda rezil ve rüsvâ olmamak için, sâlih ameller peşinde koşmalı, yüz kızartıcı, utandıracak fiilleri irtikâb etmekten kaçınmalıdır.”
Rasûlullah Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:
“…(Hayatım gibi) vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim. Kötü bir şey gördüğümde, sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.”[3]
“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Hâkim, Müstedrek, IV, 342/7849)
Yine Vedâ Hutbesi’nde de Efendimiz;
“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!” tembihinde bulunuyor.[4]
O hâlde, nasıl ki Rasûlullah Efendimiz yanımızda olsa, hâl ve davranışlarımıza daha büyük bir titizlik gösterirsek, amellerimizin Allah’a, Rasûlʼüne ve mü’minlere mâlum olduğu hakîkati dolayısıyla, nerede ve ne zaman olursa olsun, günah ve gaflete dalmaktan hayâ etmeliyiz.
Unutmayalım ki bugün gizli ve açık bütün günahlardan sakınmak; kişinin kardeşinden, anne-babasından, eşinden ve evlâdından dahî kaçacağı[5] mahşer gününde, kulu rezil-rüsvâ olmaktan muhafaza edecektir.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Öyle fazîletli bir hayat yaşa ki, vefât ettiğin zaman insanlar seni rahmet ve hasretle yâd etsinler.”
[Bu imtihan âlemindeki en büyük mazhariyetlerden biri, kişinin iyi bir müslüman olduğuna dâir, müʼminlerden âdeta bir hüsn-i hâl kâğıdı alarak âhirete irtihâl edebilmesidir. Çünkü müʼminler, Allâhʼın yeryüzündeki şâhitleridir ve onların şâhitliği, Hak katında makbuldür.
Enes (r.a.) şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:
«– وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.
Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler.[6] Rasûl-i Ekrem r Efendimiz yine:
“– وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.
Bunun üzerine Ömer bin Hattâb (r.a.):
“–Yâ Rasûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu.
Peygamber Efendimiz r:
“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâhʼın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Müʼmin, elbette sâlih amellerini sırf Allah rızâsı için yapmalı, ibadetlerini, hayır-hasenâtını, Allah yolundaki gayretlerini -riyâya düşmemek için- insanlara göstermekten sakınmalıdır. Sâlih amellerini gizleme imkânı bulunmadığı zamanlarda da kalbini riyâdan korumaya çalışarak, Hakk’a kulluk vazifelerini açıktan da îfâ etmeli, riyâ olacağı endişesiyle ibadeti terk etme gafletinden sakınmalıdır.
Meselâ Rasûlullah Efendimiz:
“Bir kimsenin câmilere gitmeyi îtiyad hâline getirdiğini görürseniz, onun îmanlı olduğuna şâhitlik edin. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a îmân edenler îmâr eder...» (et-Tevbe, 18)” (İbn-i Mâce, Mesâcid, 19)
Demek ki bir kimsenin câmiye, cemaate müdâvim oluşu, bunun da müʼminler tarafından görülmesi; onun hakkında mahzurlu bir durum değildir. Bilâkis bir hüsn-i şehâdet, yani güzel bir şâhitlik vesîlesidir.
Bunun gibi beşerî münâsebetlerde, komşulukta, alışverişte, velhâsıl hayatın bütün safhalarında sergilediği hâl ve tavırlar da kişinin lehine veya -Allah korusun- aleyhine şâhitlik vesîlesidir.
Dolayısıyla müʼmin, ferdî ibadetlerine dikkat etmekle beraber, içtimâî vazifelerini de ihmâl etmeyecek. Aile efrâdından başlamak üzere, konu-komşu, hısım-akraba, ahbâb u yârân, çevre çevre bütün insanlara karşı beşerî münâsebetlerinde, İslâm ahlâkına ve âdâb-ı muâşerete riâyet edecek. Nâzik, zarif, dürüst, vefâkar, elinden ve dilinden ümmetin emîn ve müstefîd olduğu bir rahmet insanı olmaya gayret gösterecek. Müʼminler üzerinde güzel bir intibâ bırakacak.
Hazret-i Ali buyurur:
“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun, onlarla oturup kalkın (ki onların güzel ahlâkı sizlere sirâyet etsin). İnsanlar hayatta iken sizleri özlesinler, vefât ettiğinizde de sizlere hasret duysunlar.”
Ne mutlu şu fânî gök kubbede hoş bir sadâ bırakıp ebedî âleme intikâl edebilen sâlih kullara!]
Rabbimiz, ardından nefret veya lânetle değil, dâimâ hayır ve rahmetle yâd edilen sâlih kullarından olabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
[1] Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-835, Bedir Yay. İst. 1975.
[2] Rind: İlâhî aşkla mest olmuş sûfî, derviş.
[3] Heysemî, IX, 24.
[4] Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275-276; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 360.
[5] Bkz. Abese, 34-36.
[6] Mevtânın ardından aleyhinde konuşmak veya onun şerrinden söz etmek, gıybet gibi yasak bir fiil ise de âlimler, günah ve isyanı alenen işleyen ve bu hâliyle meşhur olan kâfir, münâfık ve fâsıklar hakkında gıybetin söz konusu olmadığını ifade etmişlerdir. (Bkz. Aynî, Umdetü'l-Kārî, 8/195, 8/231)


YORUMLAR
-
İlk yorumu yapan siz olun!