İzan Gitti mi Mizan Bozulur

Dinin gayesi üretmek, zengin olmak, kalkınmak değildir. Gaye; canın, inancın, aklın, ırzın ve malın korunmasıdır. Allah kâinatı ve içindeki her şeyi insanın emrine âmâde kılmıştır. Denge üzere yaratılan bu âlemde insana düşen bu dengeyi bozmamaktır. İzan sahibi olmak bu dengeyi gözetmektir.

“Ölçmek, tartmak, şiiri vezinli yapmak” anlamlarına gelen “v-z-n” kelimesi türevleriyle birlikte Kur’ân’ımızda 23 yerde geçmektedir. Tartı aleti, terazi ve ölçü anlamlarına gelen mizan kelimesi de bu kökten gelir. Müfessirlerden mizanı, kendisiyle ölçünün yapıldığı alet, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmaya yarayan akıl ve Allah’ın indirdiği şeriat olarak anlayanlar olmuştur. Adaletin gerçekleştirilmesi ya da hakkaniyet mânâsındaki kıst kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılan bu kelimenin şiire ahengini veren vezin ile irtibatı üzerinden kâinatın ahengi ve düzeni olduğunu söylemek mümkündür.

Kâinatta her şeyin bir ayarı vardır. İnsan imtihan gereği ayarını kendisi yapması gereken yegâne varlıktır. O yüzden kendisine ayarı bozmaması uyarısı yapılmış, ayarı bozduğu takdirde ortaya çıkacak fesattan mesul tutulmuştur. Mizan kâinattaki fiziki denge kadar, insanın maddi ve mânevî bütün münasebetlerinin dengesini de ifade eder. Dünyadaki mizan, Allah’ın insanlar hakkındaki muradı olan dininin tesisi ve tatbikine bağlıdır. Bu mânâda İslam’ın ölçüleri ilâhî ölçülerdir ve insanın izan ayarıdır. İlâhî ölçülere riayet edilmediği takdirde izan gider, mizan bozulur. Bunun en çarpıcı veçhelerinden birisi ekonomi sahasında yaşanmaktadır.

Günümüz serbest piyasa ekonomisi insanların karşılıklı çıkarlarının arz ve talep dengesini belirlemede yeterli olduğu fikri üzerine inşa edilmiştir. Bu fikrin tabii bir çıkarımı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesidir. Piyasanın ne işleyişine ne de fiyatlarına müdahale edilmemelidir. İnsan, çıkarını azami kılmak için çalışan rasyonel bir tiptir. Görünmez bir el karşıt çıkarları birbiri ile buluşturur, ihtiyaçlar giderilir.

Serbest piyasacı ya da liberal bakış açısı sosyal ya da ortak faydanın ferdi çıkarların gözetilmesi ile oluştuğunu düşünür. Bir şirketin topluma faydası, sosyal sorumluluk projeleri yapması ya da kazandıklarını dağıtması değildir; üretim faktörlerini etkin ve verimli kullanarak tam istihdam ve kapasite ile çalışması ve böylece kârını azamileştirmesidir. Dolayısıyla liberal bakış açısı kapitalistin kapitalistliğinde ısrarının insanlığa yapacağı en büyük hayrı olduğunu iddia eder.

İslam’a göre hayat ekonomiden ibaret değildir. İnsan asıl, ekonomi fasıldır. İnsan ekonomiye göre ele alınmaz; tam tersi ekonomi insan faaliyetleri içerisinde bir cüzdür. Asıl olan insanın dünya ve ahiret saadetidir. İslam dünyada nasıl yaşanması gerektiğini belirlediği gibi, en doğru ekonomik prensipleri de vaz etmiştir. Ama bunu ekonomik bir sistem olarak değil hayatın bütün veçhelerini kapsayan bir inanç olduğu için yapmıştır. 

Dinin gayesi üretmek, zengin olmak, kalkınmak değildir. Gaye; canın, inancın, aklın, ırzın ve malın korunmasıdır. Allah kâinatı ve içindeki her şeyi insanın emrine âmâde kılmıştır. Denge üzere yaratılan bu âlemde insana düşen bu dengeyi bozmamaktır. İzan sahibi olmak bu dengeyi gözetmektir. İnsanların çıkarları, kendilerine bırakılmayacak kadar önemlidir. Çıkar, kötülüğü emreden nefsinin sultası altındaki rasyonel insanın yöneldiği haz, tatmin ve memnuniyet olamaz. Çıkar; itminana ermiş, Allah’tan razı ve Allah’ı razı etmiş insanın çıkarıdır. Bu insan, ekonomik faaliyetlerin faydasını, her şeyde olduğu gibi hakkımızdaki murâd-ı ilâhînin gerçekleşmesine yardımcı olup olmadığına göre belirler.

İslam’ı bir din, müntesibini de dinin gayba iman ile şekillenmiş hükümlerine uyan bir ahlâk insanı olarak ele almadığımızda zekât, faiz yasağı gibi hayat kaynağı düsturlarımızın meri iktisadi sisteme zoraki iliştirilmiş payandalara dönüşmesi işten bile değildir. İslam bir bütün, insanı da kendine özgüdür. O özgünlüğün ortaya çıkarttığı yapıdan cımbızla bir düsturu alıp tatbik etmeye çalışmak, yediği içtiği haram birisinin elini açıp dua etmesine benzer.

Cahiliye Mekke’si ekonomiyi bugün olduğu gibi hayatın merkezine koyan bir düzendi. Kureyşliler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize Allah’ın fiyatlar ucuz iken haber verip vermediğini sormuşlardı. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: “Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Araf, 188)

Bir ara Medine’de fiyatlar yükselince Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz yine aynı minvalde şöyle buyurmuştu: “Fiyat tâyin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem.” (Ebû Dâvûd, Buyû,49)

İnsan, Allah’ın fiyatlarını belirlediği bir iktisadi sistem içerisinde yaşar. Bu, arz ve talep dengesinin insanların çıkarlarına göre değil ihtiyaçlarına göre belirlendiği anlamına gelir. Ama insandaki izan gidince mizan da bozulur. Fiyatları Allah koyar ama değerini insan kendisi tayin eder. Malı önemseyen kendi değerini düşürür. İnsanın değeri düştü mü malın değeri yükselir. Kendi değerini Allah’ın koyduğu pahaya lâyık gören ise kıymetini en yükseğe çıkarmış olur.

İnsanın değeri yükseldi mi mala rağbet azalır. İnsanlar sahip olmanın değil, hesabını verememenin telaşına düşerler. Maddi zenginlikleri ile değil mânevî zenginlikleri, müstağni oluşları ile fazilet kazanırlar. Şiddetli güneş altında olduğu hâlde, kendisine borcu olan bir şahsın duvarının gölgesi altına girmeyen, alacaklısının evinin duvarından istifadeyi bir çeşit faiz olarak gören Ebû Hanife Hazretleri bu istiğnanın muhteşem bir misalidir.

İslam’da fiyatları belirleyen Allah’tır ama tüketicilerin aldatılmasını ve haksız fiyat artışlarını engellemek maksadıyla piyasaya müdahale edilebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz Medine’ye hicretinde Bakîu’z-Zübeyr denen bir mevkide bir çadır kurmuş ve: “Burası sizin pazarınızdır” demişti. Beni Nadir reisi Ka’b b. el-Eşraf pazar yerine girdi ve çadırın iplerini kesti. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdular: “Muhakkak onu başka bir yere nakledeceğim ve bu onu daha da delirtecek.” Pazar, Medine pazarının kurulacağı yere taşındı ve kapatılmayıp sürekli işler kalması ve kimseden vergi alınmaması şartlarıyla faaliyete geçirildi.

Modern ekonomik sistem hep kötülüğü emreden nefsin çıkarları üzerine kurulmuştur. Ne rızka Allah’ın kefil olduğuna inanır, ne de haram ve helal ayırımı yapar. Malın ve mülkün çok olmasının mahza iyilik olduğuna inanır. Hâlbuki mal ve mülk az olursa hesap da kolay olur, çünkü haramın azabı, helalin ise hesabı vardır. Modern düzen berekete de inanmaz, veren elin alan elden üstün olduğuna da… Belki de bu ekonomik düzen, Rasûlullah Efendimiz’in şu hadisinde tarif ettiği hırslı insanların oluşturduğu bir ekonomidir: “Bu dünya malı, tatlı ve çekicidir. Kim onu tok gözlü bir şekilde alırsa o mal bereketlenir. Kim de onu açgözlülükle ve ihtirasla alırsa bereketi kaybolur. Hırslı insanlar yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur kimseler gibidir. Veren el, alan elden daima daha üstündür.” (Buhari, Zekat, 50)

Günümüz ekonomisi, bereketi bilmeyen, tanımayan ve anlamak isteyen hırs sahibi insanların ekonomisidir. Bu insanlar rızka Allah’ın kefil olduğuna da inanmazlar, helal ve haram arasındaki farka da… Açgözlülük ve doymak bilmezliğin çaresini daha çok üretimde, gelişme ve büyümenin yolunu ise daha çok tüketmede görürler. Ekonomi hayatının merkezine oturmuş modern insanın izandan nasibi kalmamış, ayarı kaçmıştır. Ayarı kaçan insanın mizanı temin etmesi ve fesada mânî olması düşünülemez. Tam tersi o ıslah edeceğim derken ifsat eden bir bozguncuya dönüşmüştür. İnsanın ıslahı, modern bir iş adamının şu hadisteki tavsiyeyi benimsemesi ve tatbik etmesi kadar zordur:

Ticaret ile uğraşan yaşlı bir hanım sahabi olan ve Ümmü Benî Enmâr diye bilinen Kayle, bir umre sırasında Rasûlullah Efendimiz’e yaklaştı ve sordu: “Ey Allah’ın Elçisi! Ben ticaretle uğraşan bir kadınım. Bir şeyi satın almak istediğim zaman verebileceğim miktardan daha düşük bir fiyat teklif ediyorum. Sonra yavaş yavaş artırarak düşündüğüm fiyata çıkıyorum. Bir şeyi satacağım zaman da, önce satabileceğim fiyattan daha yüksek bir fiyat teklif ediyor, sonra yavaş yavaş inerek arzuladığım fiyata geliyorum, bu uygulamaya ne dersin?” Allah Rasûlü Efendimiz: “Kayle, böyle yapma. Bir şey satın almak istediğin zaman, sana verilse de verilmese de, düşündüğün fiyatı söyle.” diye karşılık verdi ve sözlerine şöyle devam etti: “Bir malı satmak istediğin zaman, versen de vermesen de yüksek fiyat değil satmak istediğin fiyatı söyle.” (İbn Mace, Ticarat, 29)

Bir mala rağbetin artmasının bereket anlamına gelmeyeceğini bize ancak ilâhî ölçüler söyler. Helal ile kazanılmış az paranın haram ile kazanılmış çok paradan daha fazla olduğuna ancak mü’minler iman eder. İnsan ilâhî ölçüleri yok saydığı müddetçe rasyonel aklın ve hep kötülüğü emreden nefsin serkeşliğinde savrulmaya devam edecek. Helal ile haram arasındaki ayırımı yok sayan, paradan para kazanmayı marifet sayan ve israfın zirvelerinde yaşayanlar izanlarını yitirirler. İnsanda izan kalmadı mı mizanın bozulması da başlamış demektir. Bugün yaşadığımız keşmekeş, savrulma ve aymazlık bundan başka nedir ki?

PAYLAŞ:                

Mehmet Lütfi Arslan

1972 yılında Vezirköprü’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Merzifon’da tamamladı. 1995 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle