Tefekkür-i mevte devam etmek pek mühim ibâdetlerdendir. Ölümü anmağa devam edenin kalbinde, dünyaya karşı olan meyl-i muhabbet azalır. Dâimî olarak tefekkür eden, dünyanın, değer verilmeyecek bir mekân olduğunu yakînen bilir. Bu bilgi kendisinden hâsıl olunca, dünyaya değeri kadar önem verir. Asıl çaba ve gayretini âhiret hazırlığına hasreder. Fânî dünyamızda, kısa bir müddete sıkışan istikbalimiz için her türlü zahmetlere katlanarak, hazırlık yapıyor isek dâimî hayatımız için neden elimizden gelen gayreti sarf etmeyelim? Bâkîyi, fânîye tercih etmeliyiz.
Bu sözlerimizden dünyayı terk mânâsı anlaşılmamalıdır. Bir mü’min hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışacak, yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanmış olacaktır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, ihlâs ile Allah Teâlâ’nın rızâsını celp için yapılan ibâdetler, ictimâî hizmetler ve hayrâtlar âhiret hazırlıklarındandır.
Dünya, her ne kadar zemmedilmiş ise, âhiretin tarlası mesâbesinde olduğu için, vazîfelerimizi en fâideli şeylere hasretmesini bilirsek işte o vakit dünyaya aldananlar değil dünyadan istifâde edenlerden oluruz ve dünyanın bize hizmet ettiğini görürüz.
İmam Gazâlî -kuddise sirruh- buyurur:
– Ölüm büyük bir iştir. Büyük bir tehlikedir. İnsanlar bunu bilmiyorlar. Hatırlasalar da kalblerine fazla tesir etmiyor. Çünkü kalbleri dünya meşgalesine öyle dalmıştır ki, kalblerinde başka bir şeye yer kalmamıştır. Bundan kurtuluş çaresi, bazen bir yere çekilmek ve bir saat kadar dünya meşgalesinden uzak durmaktır.
Nitekim ıssız sahralarda dolaşan bir kimse, başkalarından kendisine bir yardım geleceğini düşünmez. Başının çaresine bakar. Önceden tedbir alır. İşte tenha bir yerde oturup kendi kendine demelidir ki:
Ölüm yaklaştı. Belki bugün gelir. Eğer sana bilmediğin karanlık bir mağaraya gir deseler “İçerisinde kuyu var mı? Yoksa zehirli veya yırtıcı hayvana rastlar mıyım? Veya ne var, ne yok bilmiyorum.” diyerek dizlerinizin bağı çözülür. Ölümden sonraki işin, mezardaki korkulu hâlinin bundan aşağı olmadığı gün gibi meydandadır. Bunu düşünmemek ne biçim bir cesarettir.
Bunun en güzel çaresi, ölen arkadaşlarına bakmak, onları düşünmektir. Onları, hatırlayıp dünyada her birinin mevkiini, zenginliğini, işlerini, sıkıntılarını, neşelerini, dünyada neye kavuştuklarını, ölümü nasıl unuttuklarını ve beklemedikleri bir zamanda, âhiret için ellerinde hiçbir azık yok iken, ölümün ansızın gelip onları götürdüğünü düşün. Şimdi mezardaki hâllerinin nasıl olduğunu, azalarının biri birinden nasıl ayrıldığını, etlerini derilerini, gözlerini ve dillerini, böceklerin, kurtların nasıl yediğini, onlar bu hâlde iken vârislerinin mallarını taksim edip, rahat rahat yediğini göz önüne getir. Sonra teker teker bütün arkadaşlarını düşün.
Gülmekten, gafletten ve onların gece gündüz meşgul oldukları fâidesiz işlerinden vaz geç, sen de onlar gibisin. Hâlbuki onların senden önce gitmesiyle sana ibret alıp kurtulmak saâdeti verildi. Ne mutlu o kimseye ki, bir başkasını ona nasihate gönderdiler, buyurulmuştur.
İnsanlar, bir gün gelip kendilerinin de tabuta girip taşınacaklarını hesaba katmazlar. Bunu düşünseler de çok daha sonra olacağını sanırlar. Tabutlarda taşınan ahbaplarının da, hayatta iken aynı görüş ve düşüncede olduklarını hesaba katmazlar. Hâlbuki onların da bu zanları boşa çıktı. Bir tabutun geçtiğini gören kimseye yaraşan, tabut içerisinde kendisini farz etmesidir. Çünkü mutlak surette kendisi de oradan geçecektir.
*
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir adamı medh ü senâda bulunmuşlardı. Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Arkadaşınız ölümü anar mı?” buyurdu. Onu medh edenlerin: “– Biz onun hiç ölümü andığını işitmedik” demeleri üzerine sevgili Peygamberimiz: “Sizin arkadaşınız övdüğünüz gibi değil.” buyurdu. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-1, s. 299)


YORUMLAR
-
İlk yorumu yapan siz olun!