Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın İle… Ailesi köklü bir ilim geleneğinden gelen; bilim ve sanatın, akıl ve irfanın nadide bir terkibini şahsında birleştiren, ülkemizin yetiştirdiği kıymetli isimlerden biri olan beyin cerrahı Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın ile günümüz modern dünyasının insanı Allah’tan ve özünden uzaklaştırma çabalarını, bilimin ve inancın kesişim noktalarını konuştuk…
Altınoluk: Hocam, günümüz modern dünyasının, insanı, Allah’tan ve özünden uzaklaştırma çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın: Maalesef bu, modern dünyanın en büyük derdi. Modern dünya, insanı Allah’tan ve özünden uzaklaştırmak istiyor. İnsanı, sadece tüketim odaklı, maneviyattan yoksun, ruhsuz bir canlıya dönüştürmeyi hedefliyor. Bu, insanın tabiri caizse hayvana, hatta cemadata (cansız varlıklara) indirilmesidir. İnsan-ı kâmil, tüm varlık mertebelerini aşan, ahlakı ve ilmiyle zirveye ulaşan kişidir. Oysa günümüz dünyası, tam tersine, bizi tekamülden geriye doğru götürmeye çalışıyor. Sadece dünyevi zevklere, maddeye ve nefsanî arzulara yönlendiriyor. İslam insan-ı kâmil olmayı isterken, şu anki dünya bunu tersine çevirmek istiyor.
Bu noktada, kul olma kavramını da yeniden ele almak gerekir. Kul olmayı genellikle boyun eğmek, esaret olarak anlıyoruz. Oysa kul olmak, gerçek hürriyettir. Her namazda, “İyyake na'büdü ve iyyake nesta'în” (Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz) derken, Allah’tan başka hiçbir varlığa boyun eğmeyeceğimize dair söz veririz. Allah’a yapmış olduğumuz bu ibadet ve biat, bizi diğer tüm insanlara, makamlara, paraya ve dünya nimetlerine kulluktan azat eder. Artık hiç kimseye boyun eğmez, kimsenin önünde eğilmezsiniz. Bu, gerçek hürriyetin ta kendisidir. Kul olmak, bir manada bu dünyanın tüm prangalarından kurtulmaktır.
Sizin bir sözünüz var: “Bütün evrende, kâinatta her şey bir şey, bir şey her şey, her şey her şeyden haberdardır.” Bunu açıklayabilir misiniz?
Bu ifade, kâinatın bir bütün, tek bir organizma gibi işlediğini anlatır. Tasavvufta buna rabıta denir. Bilimde ise bağlantısallık (entanglement) olarak adlandırılıyor. Benim için kâinatta hiçbir şey cansız değildir. İster cemadat (cansızlar), ister nebatat (bitkiler), ister hayvanat olsun, hepsi bir tekâmül (evrim) içerisindedir. Her an yenileniriz. 80 ila 100 trilyon hücremiz sürekli değişir ve 3 ayda bir tamamen yenilenir. Ben 3 ay önceki ben değilim, siz de değilsiniz. Ancak benliğimiz ve kimliğimiz kalıcıdır.
Bilimsel olarak bakarsak, kâinatta var olan her şey, ister canlı ister cansız olsun, aynı temel yapı taşlarından oluşur. Bütün canlıların temelinde beş baz vardır: Adenin, Guanin, Sitozin, Timin ve Urasil. Tüm canlılarda farklı kombinasyonlarda da olsa bu bazlar bulunur. Ayrıca 20 temel amino asit ve 92 temel element, yine her varlıkta değişik formasyonlarda mevcuttur. Bugün uzaydan gelen meteoritlerde dahi bu temel bazların ve amino asitlerin bulunduğunu biliyoruz. Bu, hayatın özünün tüm kâinata yayıldığına dair somut bir kanıttır.
Klasik fizik, bir şeyin ya var ya da yok olacağını savunur. Bir kalem ya kâğıdın üzerindedir ya da değildir. Bir kapı ya açıktır ya kapalıdır. Ancak kuantum fiziği bu algıyı tamamen değiştirdi. Bugün, bir şeyin aynı anda hem var hem yok, bir kapının hem açık hem kapalı olabileceği konuşuluyor. Nobel ödüllü bilim adamlarının yaptığı bir deney, bu durumu gözler önüne serdi: Bir parçacığı ikiye ayırıp, birbirinden binlerce kilometre uzağa koysanız bile, bu parçacıkların birbirlerinden haberdar olduğunu, birinin hareketinin diğerini anında etkilediğini gördüler. Bu, bizim rabıta veya bağlantısallık dediğimiz şeyin bilimsel ispatıdır.
Bu bilimsel keşifler, Kur’an-ı Kerim'in derinliğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Ben 3 yaşından beri Kur'an okuyan bir adamım ve her okuduğumda yeni bir şey keşfediyorum. Bu Kur'an'ın canlı oluşunun bir mucizesidir. Örneğin, izafiyet teorisi üzerine çalıştığımda zamanın izafiliği beni çok etkilemişti. Bir filmde, uzaya giden bir astronotun dünyadaki kızından daha yavaş yaşlanması anlatılıyordu. Bu durum, Hac Suresi'nin 47. ayetini aklıma getirdi: “Senin Rabbinin katındaki bir gün, saydıklarınızdan bin yıla denktir.” Ayet, zamanın göreceli olduğunu yüzyıllar öncesinden haber veriyordu.
İşte bu yüzden derim ki: Allah ter dökene, yani kafa yorana, çaba gösterene ışık yakar. Beni bilim adamı yapan Kur’an-ı Kerim olmuştur.
Uzun yıllar beyin üzerine çalışmış bir bilim adamı olarak beyin, akıl ve zekâ kavramları arasındaki farkı nasıl açıklarsınız?
Bu üç kavram birbirinden farklıdır. Beyin, bir donanımdır. Akıl, onun yazılımıdır. Zekâ ise bu yazılımı çalıştıran işletim sistemidir. Bu üçlüyü birbirinden ayırmadan, insan potansiyelini anlamak mümkün değildir. Beynimiz, bu üçlü sistemin fiziksel altyapısıdır. Biz, maalesef, bu donanımı tam kapasiteyle kullanmıyoruz. “Beynin yüzde ikisini kullanıyoruz.” diyorlar. Oysa biz, beyni hiç kullanmıyoruz. Donanım olarak beynimiz var, ama yazılımı ve işletim sistemini aktif etmiyoruz.
Bunun delili Kur'an’dır. Ayet-i kerimelerde sık sık “Efelâ ya'kilûn?” (Akıllarını kullanmazlar mı?), “Efelâ tetefekkerûn?” (Tefekkür etmezler mi?) diye sorulur. Bu sorular, bize bahşedilen bu büyük nimeti, beyni ve aklı kullanmadığımızın bir işaretidir. Ben bir beyin cerrahı olarak, on binlerce beyin ameliyatı yaptım ve her seferinde bu eşsiz donanıma dokunma şerefine nail oldum. Bu, büyük bir lütuf. İnsanlar saçının telini dahi kime emanet edeceğini düşünürken, kafasını bize teslim eder. Bu teslimiyet, beynin ne kadar kıymetli olduğunun bir göstergesidir. İnanıyorum ki, belki de kıyamet günü Allah’ın insanlara soracağı en büyük soru şudur: “Neden size verdiğim beyninizi ve aklınızı kullanmadınız?” Çünkü en büyük nimet, akıldır.
Bir konuşmanızda “Tesbih tanelerinden ziyade, parmaklarımın şehadetine inanıyorum.” diyorsunuz. Bu sözü açıklayabilir misiniz?
Bu söz, sadece bir metafor değil, bilimsel bir gerçektir. Bugün biliyoruz ki, hücrelerin hafızası var. Kalemin hafızası, mürekkebin hafızası, parmağın hafızası var. Her namazda parmaklarımızla şehadet ettiğimizde, parmaklarımızda ve hücrelerimizde bu şehadetin izi kalıyor. Bugün bilimsel olarak biz, hücrelerin DNA'sına bilgi yükleyebiliyoruz. Allah, Kur'an'da “Nihayet oraya (cehenneme) vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik ederler.” (Fussilet, 20) buyuruyor. DNA kütüphaneleri kuruluyor ve biz, bir videoyu bakteri DNA'sına yüklüyoruz. 3-4 kuşak sonra o videoyu tekrar üretiyoruz. Bu, her şeyin bir hafızasının olduğunun en somut kanıtıdır. Parmaklarımızın her hareketi, her tesbihi, her şehadeti, hücrelerimizin en derininde kaydedilir. Bu kayıtlar, biz öldükten sonra bile varlığını sürdürür.
Ölüm vakıasına bakışınızı anlatır mısınız?
İnsanlar, dünyada bir rüya yaşıyor. Zaman, bir yanılsamadır. Dünyada en uzun rüya, sadece 6 saniye sürer, ama sen o 6 saniyede yıllarca süren bir rüya görebilirsin. İşte zaman izafidir. Ölüm, bu rüyadan uyanmaktır. O yüzden ben "bilimsel olarak ölüm yoktur" derim. Bir insanın iki ölüm tarihi vardır: biyolojik ölüm ve hakiki ölüm.
Biyolojik ölüm: Vücudun fiziksel olarak sona ermesidir. Proteinlerin toprağa karışması, vücudun yok olması gibi biyolojik bir süreçtir. Fizik olarak ise, bizim temelimiz olan frekans ve dalga formunda başka bir boyuta geçiyoruz. Atom altı parçacıklar seviyesine indiğinizde, varlığın aslında bir titreşimden, bir frekanstan ibaret olduğunu görürsünüz. Bu bir yokluk değil, sadece bir boyut değiştirmedir.
Hakiki ölüm: Senden son bahsedildiği tarih, senin gerçek ölüm tarihindir. Bu bağlamda, insanları dört gruba ayırabiliriz:
Varken yok, yokken yok: Bu kişiler hayatları boyunca hiçbir katkı sağlamamış, sadece oksijen tüketmişlerdir. Varlıkları da yoklukları da hissedilmez.
Varken var, yokken yok: Bu kişiler yaşadıkları süre boyunca bir şeyler başarmış, ama bıraktıkları iz kalıcı olmamıştır. Öldükten sonra unutulurlar.
Varken yok, yokken var: Bu kişiler hayattayken kıymetleri bilinmez, dışlanır veya hapse atılırlar. Ama vefatlarından sonra büyüklükleri anlaşılır ve eserleri yaşamaya devam eder. İmam Serahsî bu gruba en güzel örnektir. Özbekistan'da bir zindanda, kitapsız, kaynaksız bir şekilde 31 ciltlik El-Mebsut'u, İslam fıkhının en temel eserini kaleme almıştır. Bu eser, onun öldükten sonraki varlığını mühürlemiştir.
Varken var, yokken var: Bu kişiler, hayatları boyunca büyük katkılar sağlamış ve öldükten sonra da eserleriyle, fikirleriyle, bıraktıkları rahmetle yaşamaya devam etmişlerdir. Hz. Peygamber ya da İmam-ı Azam, İmam Taberi gibi büyük alimler bu gruba girer. Onlar, bu âleme damgalarını vurmuş ve varlıklarını ebediyen sürdürmüşlerdir.
Hocam, son olarak okuyucularımıza ne mesaj vermek istersiniz?
Hayatın beş temel şartı vardır: tezekkür, tedebbür, taakkul, tefekkuh, tefekkür.
Tezekkür: Geçmişi dikkate almaktır.
Tedebbür: Geleceği şekillendirmektir. Ütopya sahibi olmaktır.
Taakkul: Geçmiş ile gelecek arasında bağ kurmaktır.
Tefekkuh: Güncel problemlere güncel çözümler bulmaktır.
Tefekkür: Proje üretmektir.
Allah’ın rızasını, sadece tesbih tanelerinde veya savaş meydanlarında aramak doğru değildir. Bugün Müslümanlar Allah’ın rızasını kütüphanelerde, laboratuvarlarda aramalıdır. Cihad, cehaletle savaştır. Bu millet ayağa kalkmadan, İslam âlemi ayağa kalkamaz. İslam âlemi ayağa kalkmadan da insanlığın ve kâinatın ayağa kalkması mümkün değildir.
Bu güzel mesajlarınız ve vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim. İlmin ve hikmetin peşinde olan herkese selam olsun.
YORUMLAR