Kudüs Emâneti

Mü’min, emin kimsedir; yani kendisine güvenilebilen bir kişiliğe ve erdeme sahiptir. Emânet, eminlik ve îman arasında öyle sıkı bir bağ vardır ki, Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem-: “Emânete liyakati olmayanın yani kendisine güvenilemeyen kimsenin îmânı da yok (gibi)dir” buyurur1. Hatta emânete hiyânet eden kimsenin, dışıyla Müslüman gözükse de hakikatte münafıklıktan bir şube üzere olduğuna da işaret edilir.

Kudüs Emâneti - Yrd. Doç Dr. Adem Ergul

Sayı : 383 - Ocak 2018


Mü’min, emin kimsedir; yani kendisine güvenilebilen bir kişiliğe ve erdeme sahiptir. Emânet, eminlik ve îman arasında öyle sıkı bir bağ vardır ki, Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem-: “Emânete liyakati olmayanın yani kendisine güvenilemeyen kimsenin îmânı da yok (gibi)dir” buyurur1. Hatta emânete hiyânet eden kimsenin, dışıyla Müslüman gözükse de hakikatte münafıklıktan bir şube üzere olduğuna da işaret edilir2.

Hak Teâlâ, yeryüzü mescidini fesatçılara ve kan dökücülere değil, Zât-ı ulûhiyyetine halife olabilecek nitelikte mü’min, muvahhid, müslim ve muhsinlere diğer bir ifadeyle sâlih kullarına  emânet etmiştir3. Yani hâkimiyet böylesi kulların ellerinde olmalıdır. Özellikle kulluğun icrâsında özel bir yeri olan mescitlere Rabbimiz çok daha büyük bir ehemmiyet vererek, onların inşasında, imarında, tertip, düzen ve temizliğinde seçkin kullarının rol almasını murat etmiştir. O kullar, her şeyden önce mü’min ve muvahhid (tevhid ehli), itikat, amel ve davranışlarıyla ve hatta maddî yönleri itibariyle de tertemiz kimseler olmalıdırlar. Bu konuda Rabbimizin mesajı şudur:

“Allah’a ortak koşanların, inkâr-larına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır. Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe Sûresi, 9/17-18)

Yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin imarında öncelikle seçilmiş kullar olan peygamberler vazife almıştır. İbrâhim ve İsmâil –aleyhimesselâm-ın, Kâbe-i Muaz-zama’nın yeniden eski temelleri üzerinde yükseltilmesi görevini ifa ettikleri, Kur’ân-ı Kerim tarafından bizlere anlatılmaktadır4. Allah Resûlünün konuyla ilgili beyanından anlıyoruz ki, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ da İbrahim –aleyhisselâm- tarafından temelleri atılmış, Dâvud ve Süleyman –aleyhimesselâm- ile inşa, bakım ve onarım faaliyetleri sürdürülmüştür.

Mescid-i Aksâ, üç büyük mescidden biri olarak, dün olduğu gibi bugün de muvahhid mü’minlere bir Allah emânetidir. Zira ümmet-i Muhammed, bugün için bu vasıfları üzerinde taşıyan bir tek ümmettir. Mescidin ilk bânisi İbrâhim –aleyhisselâm-ın gerçek vârisleri artık bu ümmettir. Nitekim Yahudi ve Hiristiyanların İbrâhîm –aleyhisselâm-ı sahiplenme iddialarına karşılık, Rabbimiz onların bu liyakati artık kaybettiğini ve onun gerçek mirasçılarının ümmet-i Muhammed olduğunu bütün beşeriyete şöyle ilan etmiştir:

“İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da mü’min-lerin dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/67-68)

Mescid-i Aksâ’nın içinde yer aldığı Kudüs ve çevresi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle “Mukaddes” ve “Mübârek” bir  mahaldir.5 Nasıl Kâbe-i Muazzama’nın çevresine “hürmet” gösterilmesi gereken ve bazı uygunsuz hâl ve davranışların yapılmaması icab eden yer” anlamında “harem” ismi verilmiş ise aynı şekilde Kudus-i şerife de “başta şirk ve inkârdan olmak üzere her çeşit pislikten, günahtan ve kirden tertemiz tutulması gereken yer” manasında “Kudüs” denilmiştir. Zira bu kelime lügatte “Ayıp, kusur ve kirlerden arınmış tertemiz” anlamına gelmektedir. Kudüs ve çevresinin “mübârek” oluşu ise daha çok manevî bereketlere sahne oluşundandır. Çok sayıda peygambere ev sahipliği yapmış bir yöredir. İlâhî vahyin indiği mukaddes alanlardır.

Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın ümmet-i Muhammed için bir diğer aziz hatırası ise, Fahr-i kâinât –aleyhi ekmelü’t-tahiyyat- Efendimizin İsrâ ve Mi’râc hadisesinde önemli duraklarından birisi oluşudur. İsrâ diye isimlendirilen Mekke-Medine arası gece yolculuğunun son durağı, yedi kat gök ve ötesine yükseltildiği Mirâc seferinin de başlangıç noktasıdır. Miraç gecesi, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bütün peygamberlerin ruhlarına imam oluşu ise yeryüzü hilâfetinde artık liderliğin âhir zaman nebisi olarak kendisine verildiğinin açık bir işâreti olmuştur. Bu işâret, ümmetine de bu liderliği devam ettirilme mesuliyetini yüklemiştir.

Bütün bu hakikatler şunu gösterir ki Kudüs-i şerif, bu ümmetin üzerinde bir Hak emânetidir. Emânetin her çeşidi elbette korunmaya layıktır ve emânet edilen üzerine büyük bir sorumluluk yükler. Bir emanet düşünün ki, onun sahibi Allah’tır, peygamberlerdir ve âhir zaman Nebisi Efendimiz Muhammed Mustafa’dır –sallallahu aleyhi ve sellem-. Böyle kutsal bir emânet nasıl korunmalıdır? İşte tam da bu konu üzerinde düşünmek hem de derin derin düşünmek ve sonra da gereğini kuşanmak için bütün imkânları seferber etmek gerekmektedir.

Bir şeyi layık olmadığı yere koymanın adı zulümdür. Bugün Mescid-i Aksâ büyük bir mazlûmiyet yaşamaktadır. Zira zâlimlerin kirli eli ve hatta ayağı onun üzerindedir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir. Böyleleri oralara (eğer girerlerse) ancak korka korka girebilmelidirler. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır”. (Bakara Sûresi, 2/114)

Yeryüzünün ötelere açılan bir penceresi mesabesindeki ilk kıblemiz Mescid-i Aksâ’yı zâlimlerin elinden kurtarmak, ümmet üzerine bugün için önemli farzların başında gelmektedir. Bu farz yerine getirilmediği sürece tüm ümmet, tek tek, cemaat cemaat, devlet devlet sorumludur. Herkes kendi iktidarı çerçevesinde bir şeyler yapmanın yolunu bulmak durumundadır. Elimizle, dilimizle, gönlümüzle bu davanın mücadele saflarında yerimizi almak durumundayız. Kendimizi ölçüyü tamamlayan bir pirinç tanesi gibi görerek, sadece benimle sonuç alınmaz ise de ben olmadan da olmaz şuuruyla diri ve diriltici bir duruş sahibi olabilmek gerekiyor.

Neler yapılabilir?

  • Kudüs şuurunu kendimizden başlamak üzere çevremizde diri tutarız.
  • Fert olarak güçlü mümin olmayı, millet olarak da düşmanları yıldıracak bir güce erişmeyi hedef haline getiririz.
  • Mal, mülk, bilgi, ilgi vb. sahip olduğumuz imkân ve değerleri bu uğurda –herkes kendi iktidarı ölçüsünde- seferber ederiz.
  • Kudüs-i şerif ziyaretlerini önemseriz.
  • Direnişçilere konumumuza uygun maddi-manevî destekler veririz.
  • Dualarla diriliğimizi canlı tutar, ilâhî yardım ve rahmetin nüzulüne vesile olmaya çalışırız.

Netice olarak “Değmesin mabedimin göğsüne nâmehrem eli” diyorsak, bunun da bir bedelinin olacağını bilmek durumundayız. Hakk’ın bu kutsal emâneti, zâlimin çizmelerinin altında değil, müminlerin başlarının üstünde olmalıdır. Ümmet olarak yeni yeni miraçlar yaşamak istiyorsak, Kudüs adımı önemli bir atılım noktası olacaktır.

Dipnotlar: 1) Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135, hadis no: 13225; İbn Hibbân, Sahih, hadis no:194. 2) Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107–108. 3) Bakara Sûresi, 30. 4) Bakara Sûresi, 127. 5) Bkz. Mâide Sûresi, 21; Tâhâ Sûresi, 12; Nâziât Sûresi, 16; A’râf Sûresi, 137; İsrâ Sûresi, 1.

PAYLAŞ:                

Adem Ergül

1965 yılında Konya’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini burada tamamladı. 1985-1989 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimi aldı. Aynı fakültede lisansüstü eğitimine de

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle