Kıssaların Diliyle Mü'minin Gönül Ufku

Muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile yeni dönem hediye kitabımız üzerine mülâkat…

 

ALTINOLUK: Muhterem Efendim, “Kıssaların Diliyle MÜ’MİNİN GÖNÜL UFKU” adlı eserinizi bu sene hediye kitabımız olarak okuyucularımızla buluşturuyoruz. Böyle kıymetli bir eserden dolayı sizi tebrik ediyor, eseri bizimle paylaşma lûtfunda bulunduğunuz için ayrıca teşekkür ediyoruz.

Yeni dönem hediye kitabımızın hayırlara vesîle olmasını niyâz ederken, kitaba ve muhtevâsına dair suallerimizi cevaplamanızı istirham ediyoruz.

Evvelâ; “Kıssaların Diliyle MÜ’MİNİN GÖNÜL UFKU” adlı eserinizin ortaya çıkmasına sebep olan ana sâik nedir?” diye soralım.

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Biz de evvelâ bu kitabı derleyip kıymetli Altınoluk okuyucularına takdim etme imkânı lûtfettiği için Cenâb-ı Hakkʼa hamd ederiz. Eserdeki bütün güzellikler şüphesiz ki Rabbimiz’in lûtfundan; hatâ ve noksanlıklar ise şahsımızdandır. Kusurlarımız için Cenâb-ı Hakkʼın affına sığınır, kıymetli okuyucularımızın da şimdiden müsâmahasını istirham ederiz.

Ayrıca kitabın teʼlifinden basımına kadarki safhalarda emeği geçen bütün kardeşlerimize teşekkür eder, bu hizmetlerinin kendilerine bir sadaka-i câriye olmasını Yüce Rabbimiz’den niyâz ederiz.

Kitabın sebeb-i te’lifine gelince:

Kıssaların; dikkatleri celbeden, merak ve alâkayı diri tutan, gönüllere daha çok tesir eden ve okumayı külfet olmaktan çıkarıp âdeta bir zevk hâline getiren bir yönünün bulunduğu mâlumdur. Bundan dolayı, sâir yazılarımızda ve sohbetlerimizde de vermek istediğimiz mesajları bir misalle, bir kıssa ile desteklediğimizde, bir anda dikkatlerin canlandığını müşâhede ediyoruz. Bu sebeple sohbet ve yazılarımızda kıssalara sık sık yer vermeye gayret ediyoruz.

Bununla birlikte, sırf kıssalar ve onların hisselerinden müteşekkil bir eserin de kıymetli okuyucularımız nezdinde alâka göreceğine dâir düşünceler ve bu yolda gelen talepler üzerine, bu eserin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

 

ALTINOLUK: Efendim, mânevî buhranların arttığı bir dönemde yaşıyoruz. İnsanları huzur ve saadete giden yola sevk etme noktasında, kıssalar nasıl bir iş görebilir?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: İnsan idrâki, mücerred hakîkatleri kavramakta zorlanır. Aynı hakîkati müşahhas bir misalle anlattığınızda ise bu zorluk ortadan kalkar. En girift meseleler bile daha kolay anlaşılacak hâle gelir.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, Şeyh Sâdî ve emsâli ârifler, bu hakîkate binâen, eserlerinde sık sık hikâyelere, menkıbelere, kıssalara yer vermişlerdir.

Tarih de nazarî bir kronoloji değil, hâdiselerden ibret alabilme ilmidir. Zira İbn-i Haldunʼun ifadesiyle; “Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Dolayısıyla tarih okumaktan maksat, mâzîdeki hâdiselerin ibret aynasında istikbâli görebilmek; böylece geleceğe daha emin adımlarla yürüyebilmektir.

Cenâb-ı Hak da Kurʼân-ı Kerîmʼinde peygamberlerinin ve geçmiş kavimlerin kıssalarına çok büyük bir yer vermiştir. Hattâ bunlar, Kurʼân-ı Kerîmʼin yaklaşık üçte birine tekâbül etmektedir.

Nebîler silsilesinden, Peygamber Efendimiz e ashâbından, evliyâullah ve sâlih kullardan gelen hâtıralar, hep birer ibret, hikmet ve ders alınacak örnekler hükmündedir.

Bilhassa “Siyer-i Nebî” Kurʼânî hakîkatlerin âdeta tecessüm ettiği / vücut bulduğu bir Kurʼân tefsiridir. Cenâb-ı Hak, “kâmil insan”dan murâdının ne olduğunu müşahhas bir misalle sergilemek maksadıyla Peygamber Efendimizi insanlığa bir “üsve-i hasene / en güzel örnek şahsiyet” olarak ihsân etmiştir.

Toplumda her insan, ancak kendi seviyesindeki insanlara örnek teşkil edebilir. Zengin fakire, güçlü zayıfa, sıhhat ve âfiyet üzere olan, hastalık ve iptilâlara mâruz kalmış birine emsal teşkil edemez. Efendimiz ise her şahsiyete ve her karaktere en güzel örnektir.

Zira Cenâb-ı Hak, Rasûlullah r Efendimizʼi, acziyet bakımından toplumun en alt kademesinde bulunan “yetim çocukluk”tan hayata başlatmış, sonra da Oʼnu kudret ve kâbiliyet bakımından en üst nokta olan peygamberlik ve devlet başkanlığına kadar yükseltmiştir.

Bunun içindir ki toplumun en alt kademesinden en üst kademesine kadar her kesimden insan, Rasûlullah’ta kendisi için en mükemmel örnekleri bulabilir.

Diyebiliriz ki Fahr-i Kâinat Efendimiz’in hayatı; bütün renk, âhenk ve çeşnisiyle en müstesnâ çiçeklerden derlenmiş bir bukete benzer ki arayan herkes, kendisi için çiçeklerin en güzellerini o bukette bulabilir.

Diğer taraftan, fiilî kıstaslarla örneği gösterilemeyen nazarî/teorik/kitabî bilgiler ise, çoğunlukla hayata tatbik edilemezler. Nitekim pek çok filozofun fikirleri, kütüphanelerin tozlu raflarında unutulmaya mahkûm olmuştur. Bunun için mücerred hakîkatlerin nasıl kuvveden fiile çıkarılacağını, yani nasıl hâl ve davranışlara dönüşeceğini gösterecek örneklere ihtiyaç vardır.

Meselâ Hazret-i Mevlânâ Selçuklu Medresesiʼnin dersiâmı iken; merhametin, şefkatin, diğergâmlığın mânâsını elbette biliyordu. Fakat Şems-i Tebrizî’nin irşâdına fiilen tâbî olduktan sonra “yeryüzünde üşüyen varsa ısınamayan” bir gönül ufkuna erişti. Şems’ten önceki hâlini “hamdım” diye ifade ederken, Şems’ten sonraki hâlini “piştim ve yandım” diye dile getirdi.

Bunun için bizler de bu eserimizde mânevî hakîkatlerin hâl ve davranışlarda vücut bulan misallerini “Kıssaların Diliyle” nakletmeye çalıştık. Böylece kâmil bir “Mü’minin Gönül Ufku”na ayna tutmaya gayret gösterdik.

Şu bir hakîkattir ki bugün insanlık, maddî açlıktan ziyade mânevî açlığın pençesinde. Vaktiyle Moğol istilâlarında Anadolumuza Mevlânâların, Yunus Emrelerin, Horasan erenlerinin, Yesevî dervişlerinin irşadları devâ olmuş, gönüllere huzur ve tesellî sunmuştu. Bugün de insanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan, Kur’ân ve Sünnetʼten feyz alarak gönlünü bir rahmet dergâhı kılmış, tasavvufî hikmetlerle kemâle ermiş olan Anadolu dervişinin rûhudur.

İnsanlar vardır; daha yaşarken mâzi olmuşlardır. İnsanlar vardır; asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen, gönüllere hayat bahşeden nefesleri bugün bile dipdiridir. Hak dostu âlim ve ârifler de, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Onların gönül mahsûlü eserleri, ibret dolu hâtıraları, hikmetli kıssaları âdeta ebedîleşir. Nitekim dünyadaki irşad hizmetlerini berzah âleminde de devam ettiren nice Hak dostu, bugün hâlâ nasipli gönüllerde yaşamaya devam ediyor.

Velhâsıl, darlık zamanında bunalmamak, bolluk zamanında da şımarmamak için, gönüllerin dâimâ ilâhî ve nebevî menbâdan süzülen hikmet ve hakîkatlerle dengelenmesi elzem. Bu dengenin temininde de örnek şahsiyetlerin fazîlet, meziyet ve hassâsiyetlerini yansıtan kıssaların müstesnâ bir faydası bulunduğu, muhakkaktır.

Yaşamakta olduğumuz âhir zaman hengâmında, istikâmetini ve dolayısıyla huzurunu kaybeden kalplere, ihtiyaca göre isabetle seçilen kıssalarda birçok şifâ ve rahmet esintileri bulunduğunu söyleyebiliriz.

Şunu da unutmayalım ki İmâm Şâfiî Hazretleri’nin tâbiriyle: “Hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgâl eder.”

Bizler de gönüllerimizi ne kadar hakla, hayırla, ilimle, irfanla, hikmetle meşgul edersek, o kadar bâtıllardan korunmuş oluruz.

 

ALTINOLUK: Efendim, eserinizin ilk bahsi olan “Allah ile Beraberlik” bölümünde, insanın her an Allâhʼın huzûrunda olduğu şuuru üzerinde duruyorsunuz. Bu şuuru günlük hayatta nasıl koruyabiliriz ve bunun pratik yolları nelerdir?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Bu, sırf zihnî bilgi ile olmaz, kalben mesafe almayı da gerektirir. Müʼmin, ibadet ve sâlih amellerle Cenâb-ı Hakkʼa yakınlıkta mesafe aldıkça, kalbinde ufuklar açılmaya başlar.

Dolayısıyla evvelâ; ibadet hayatımıza, muâmelâtımıza, ahlâkımıza dikkat edeceğiz. Hayatımızın her safhasında ilâhî kameraların gözetimi altında olduğumuzu unutmayacağız.

Zira Cenâb-ı Hak, zamandan ve mekândan münezzeh olsa da her an sonsuz kudretiyle kullarının yanındadır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyruluyor:

“…Nerede olsanız, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

Hadîs-i şerîfte de:

“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyruluyor. (Heysemî, I, 60)

Kendimizi sık sık muhasebe edeceğiz:

Allah her an bizimle, biz ne kadar O’nunlayız?

Hayattaki tercihlerimizde kimlerle beraberiz?

Hayatımızın kaçta kaçı Allâh’ın râzı olduğu hâlde geçiyor?

Sadece câmide değil; işimizde, evimizde, eğitim hayatımızda, bilhassa internet veya televizyonun başında kimlerle beraberiz?..

İşte bu ve emsâli tefekkürlerde derinleşen bir gönül, kolay kolay gaflete dalamaz, nefsânî seraplara aldanamaz, haramlara yaklaşamaz. Bilâkis, vaktini en hayırlı sâlih amellere hasretmeye çalışır.

Tasavvufta, farz ibadetlere ilâveten yapılan seher ve gündüz evrâd ü ezkârı da Allah ile beraberlik ve ihsan şuurunu gönüllerde sabitlemeyi hedeflemektedir. Zira en büyük saâdet, Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olabilmek ve bu beraberliği kalbe kalıcı olarak nakşedebilmektir.

Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri:

“Yolumuzun maksadı, devamlı Allah Teâlâ’nın huzûrunda olmanın idrâki içinde bulunmaktır.” buyurmuştur.

 

ALTINOLUK: “İbadette Huşû ve Hâlis Niyet” bölümünde, ibadetlerin kalp ve beden âhengiyle yapılmasının ehemmiyetinden bahsediyorsunuz. Niyetin ihlâsla yoğrulması ve ibadette huşû için neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Bunu Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne de soruyorlar;

“–Bir kul, namazda nasıl huşûya erer?”

Hazret cevâben;

“–Dört şeyle.” buyurup şu maddeleri sıralıyor:

“1. Helâl lokma,

  1. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
  2. İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhîde bilmek,
  3. Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak. (Yani kendini her an ilâhî huzurda bilmek.)”

Demek ki namazı mîrâc ufkunda ve huşû ile edâ edebilmek için, evvelâ kazancın ve yenilen lokmanın helâlliğine dikkat edilecek. Kul ve mahlûkat haklarından titizlikle sakınılacak. Bilhassa göz, kulak, el ve dil olmak üzere bütün uzuvlar haramlardan, kerâhetlerden korunacak ki kalbin mânevî sıhhati bozulmasın, huşû içinde ibadet edebilmek mümkün olsun.

Zira yediğimiz her gıdanın maddî enerjisinin yanında bir de mânevî enerjisi var. Bunun için -kitabımızda da zikrettiğimiz üzere- Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer haramdan kazanılmış bir lokma yediklerini öğrendiklerinde, bütün ıztırâbına rağmen o yediklerini hemen istifrâ etmişlerdir.

Şunu unutmayalım ki cebine haram para giren ve ağzından haram lokma geçen kimsenin ameli bozulur. İbadetleri zâhiren düzgün gibi görünse bile ihlâsı zedelenir. İbadetlerde ihlâs ise bedendeki ruh mevkiindedir. Nasıl ki ruhsuz bedende hayat olmazsa, ihlâssız amelin de Hak katında bir kıymeti kalmaz.

Yine ibadetlerde ihlâs ve huşûya erebilmek ve gönül huzurunu korumak için helâl lokmadan sonra en çok dikkat edeceğimiz husus; beraberinde bulunduğumuz kimselerin mânevî keyfiyetidir.

Zira insan, ülfet ettiği kimselerden inʼikâs alır. Her insanın kalbinden radyasyon gibi gözle görülmeyen fakat tesiri muhakkak olan bir enerji çıkar. Bunun müsbet olanına feyz ve rûhâniyet diyoruz, menfî olanına gaflet ve kasvet diyoruz.

Bunun için Cenâb-ı Hak “sâdıklarla beraber olup fâsıklardan uzak durmamızı” emrediyor.[1]

İbadetlerde huşû ve ihlâsa erebilmek için helâle riâyet ve sâdıklarla beraberlikten sonra; gönlü sırf Allâhʼa tahsis etmek, riyâdan sakınmak gerekir. Zira ibadette niyete fânîlerin kınamasından kurtulmak veya onların medhine/iltifatına nâil olmak gibi arzuların gölgesi düşerse, bu hâl amelleri ifsâd eder, hattâ -nebevî tâbiriyle- bu bir “küçük şirk” olur.[2] Hâlbuki tevhîd inancının ortaklığa tahammülü yoktur.

Bir sürahi suya bir damla necâset düştüğünde, nasıl ki o suyun bütün sâfiyet ve lezzeti kaybolursa; riyâ karışan bir ibadetin de bütün makbûliyeti kaybolur, hattâ -Allah korusun- gazab-ı ilâhîyi celbeden bir cürme dönüşür.

Dolayısıyla ibadet ve sâlih amellerde kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak değil de fânîler olursa, o amellerden dolayı da tevbe-istiğfâr etmek gerekir.

Zira “ne iyi bir insan” desinler veyahut “ne kötü biri” demesinler düşüncesiyle ibadet ve tâatte bulunan biri, aslında Allah Teâlâ’yı değil, insanları tâzim etmiş olmaktadır. Hâlbuki kıyâmet günü ibadet ve gayretlerimizin ecrini verebilecek olan yalnızca Allah Teâlâ’dır; fânîler değil!

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına erebilmek için, niyetlerimize çok dikkat edeceğiz. Bütün amellerimizde;

اِلٰه۪ي اَنْتَ مَقْصُود۪ي وَ رِضَاكَ مَطْلُوب۪ي

“Yâ İlâhî! Maksadım yalnız Sen’sin, talebim de sadece Sen’in rızâ-yı şerîfindir.” niyâzıyla, gönüllerimize istikâmet vereceğiz.

Ayrıca riyâdan kurtulup ihlâs sırrına erebilmek için;

‒Bilhassa tenhâ yerlerde ve seher vakitlerinde samimî gözyaşlarıyla Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edelim.

–Başkalarının yanında iken yaptığımız ibadetleri yalnızken de edâ etmeye, hattâ nâfileleri daha ziyâde kendimizle baş başa kaldığımız zamanlarda kılmaya îtinâ gösterelim.

‒Sağ elimizin verdiğini sol elimiz bilmeyecek derecede gizli infaklarda bulunmaya gayret edelim.

‒Cenâb-ı Hakʼtan, his ve fikirlerimizi, arzu ve niyetlerimizi dâimâ rızâsıyla teʼlif buyurmasını niyâz edelim.

 

ALTINOLUK: Muhterem Efendim; “Tebliğ Mesʼûliyetimiz ve Nesil Endişesi” bölümünde, gençlerin yetiştirilmesine dair önemli tespitleriniz var. Ebeveynlere ve eğitimcilere bu konuda ne gibi tavsiyeleriniz olur?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Evlâtlar, Cenâb-ı Hakkʼın ana-baba ve eğitimcilere birer emanetidir. Bu emanete sahip çıkmanın ecri büyük olduğu gibi, ihmâlin de vebâli ağırdır. Zira nesiller, anne-baba ve eğitimcilere ya sadaka-i câriye ya da -Allah korusun- seyyie-i câriye olacaklardır.

Hazret-i İbrahim; oğlu İsmail'e duyduğu muhabbetten imtihan olundu. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti uğruna bütün fânî muhabbetleri fedâ edebileceğini ispat etti. Cenâb-ı Hak da bu teslîmiyet ve fedakârlığa mukabil, Hazret-i İsmail’i muhafaza buyurdu, onun canına fidye olarak gökten bir kurbanlık koç indirdi. Kurban ibadeti böyle başladı.

Bugüne baktığımızda, Cenâb-ı Hak bizlere;

“‒Evlâtlarınızı kurban edin!” buyurmuyor. Fakat evlâtlarımızı, İslâm şahsiyet ve karakteriyle yetiştirmemizi, onlara Kur’ân ve Sünnetʼi tahsil ettirmemizi emir buyuruyor. Böylece onların; nefsin esiri, şeytanın zebûnu, dünyevî ihtirasların ve zamâne fitnelerinin kurbanı olmaktan kurtulmasını istiyor.

Yine Cenâb-ı Hak kevnî âyetlerle kâinattan bizlere dersler veriyor. Hayvanlar bile yavruları ayağa kalkana kadar onları himâye ediyor, destek oluyor, besleyip gözetiyor. Bizler de evlâtlarımız maddî ve mânevî bakımdan kendi ayakları üzerinde durabilecek kıvama gelinceye kadar, dünyevî ve uhrevî hususlarda onlara yardımcı olmaya, onları gözetip kollamaya, bedenleri kadar ruhlarını da beslemeye gayret edeceğiz.

Endişe ve himmetimizi, onların dünyevî istikbâllerinden çok, ebedî hayatlarını kurtarmaya teksif edeceğiz. Zira dünya fânî, âhiret ise bâkî…

Bugün hayırlı bir nesil yetiştirebilmek için bilhassa şu üç hususa çok dikkat etmeliyiz: “Aile, okul ve arkadaş çevresi.”

Evlâtların âilede İslâmî bir terbiye alabilmesi için, anne-babanın da o terbiye içinde yetişmiş olması elzem. Zira boş bardakla ikram olmaz. Kendisi uyuyan, başkasını uyandıramaz.

İkinci olarak “okul” çok mühim:

Okulun ve hocalarının mânevî keyfiyeti son derece ehemmiyetli. Eğer hocalar bir ibadet vecdiyle derse giriyorsa, Allâhʼın yardımı gelir, hidâyetlere ve hayırlara vesîle olur.

Üçüncü olarak da “arkadaş çevresi” çok mühim:

Cenâb-ı Hak:

“Ey îman edenler! Allahʼtan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Evlâtlarımızın arkadaş çevresine de dikkat edeceğiz. Onları dâimâ sâlihlerle beraberliğe ve hayırlı çevrelere yönlendireceğiz.

Aksi hâlde fizik boşluk kabul etmediği gibi, gönüller de boşluk kabul etmiyor. Sahipsiz kalan evlâtlarımızın şahsiyetini;

–Okulda seküler eğitim sistemi ve arkadaş çevresi,

–Evde ve sokakta ise televizyon ve internet şekillendiriyor.

Bu sebeple evlâtlarımız arasında gâfil insanlara özenme ve onları taklit hastalığı yayılıyor. Hâlbuki Bosnaʼnın büyük mütefekkir ve lideri Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi:

“Savaş, harpte yenilince değil; düşmana benzeyince kaybedilir.”

Müslümanın kılık-kıyafeti, tıraşı, görünüşü, her hâli, İslâmî bir karakter ve üslûp içinde olmalıdır. Gayr-i müslimlere benzemeye çalışmak, -Allah korusun- sonunda onlardan olmakla neticelenebilir. Zira hadîs-i şerîfte:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” buyruluyor. (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031)

Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha’nın son âyetinde;

“...Gazaba uğrayanların ve sapıkların (yoluna) değil.” (el-Fâtiha, 7) buyrularak, İslâm dışındakilerin yoluna uymaktan îkâz ediliyoruz.

Günümüzde ne moda olursa, toplumdaki şuursuz yetişen nesiller, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, o akıntıya kapılıveriyor. Dikkat çekme, ehl-i dünya tarafından beğenilme, aşağılık duygusunu bastırma gibi sâiklerle erkeklerin küpe takması, -Sünnet’e ittibâ için değil de moda olduğu şekliyle- saç uzatıp topuz yapmak, sivri sakal bırakmak, dövme yaptırmak, kısacık şortla gezmek, pasaklı kıyafetler giymek; erkeği kadına, kadını erkeğe benzeten saç tıraşları -maalesef- “moda” adı altında müslüman toplumlarda bile kendine yer bulabiliyor.

Hâlbuki kadın ve erkek, kendi haysiyetlerine uygun bir şekilde yaşamalıdır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz, kadına benzemeye çalışan erkeğe ve erkeğe benzemeye çalışan kadına lânet etmiştir.

Ayrıca bazı gençlerin tişörtleri üzerinde bazen mânâsı çirkin birtakım yabancı ifadeler bulunuyor. Üstelik o kıyafetleri giyenlerin pek çoğu, ne kadar süflî bir mesajın tabelâsı olduklarının farkına bile varmıyorlar.

Bütün bunlar, seküler dünyanın kültür istilâsına karşı gafletin hazin neticeleridir. Bu nevî yozlaşmaya karşı İslâm şahsiyet ve vakarını muhafaza etmek, şuur sahibi her müslümanın vazifesidir.

Hâsılı, toplumun mânevî bakımdan âdeta cam kırıklarıyla dolduğu bir devirde yaşıyoruz. Cemiyet tıpkı bir sahrâ hastahanesi hâlinde.

Bu sebeple, evlâtları ve toplumu irşâda koşmak, Kur’ân-ı Kerîm müesseselerine hizmet etmek, bu zamanda artık neredeyse bir “farz-ı kifâye” olmaktan çıkarak “farz-ı ayn” hâline gelmiştir.

Eğer tâlim ve terbiye gayretlerimizi, tebliğ ve irşad hizmetlerimizi lâyıkıyla îfâ edemezsek, bizim evlâtlarımız -Allah korusun- başkalarının nesilleri olurlar.

Mehmed Âkifʼin dediği gibi:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!

Unutmayalım ki bugün Türkiyeʼmiz, İslâmʼın son karakoludur. İslâm dünyasının yegâne sözcüsüdür. Eğer bu karakol zarar görürse, İslâm dünyası zarar görür. Huzûr-i İlâhîʼde bunun hesabını veremeyiz.

Din, îman, ahlâk, vatan, bayrak, hep birer emanettir. Bu mukaddes emanetlerin korunması da onları taşıyacak liyâkatli omuzların yetişmesine bağlıdır. Onun için, gençlerimize çok ehemmiyet verelim. Bilhassa küçük yaşlarından itibâren onları îman, vatan, millet ve ümmet sevgisi üzere yetiştirmenin, bir âhiret mesʼûliyeti olduğunu unutmayalım.

 

ALTINOLUK: Efendim, “Muhabbet-i Rasûlullah” bölümünde, Peygamber Efendimizi sevmenin ehemmiyetini vurguluyorsunuz. Bu muhabbeti gönüllere nasıl nakşedebiliriz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Evvelâ kendi gönüllerimizin Rasûlullah muhabbetiyle ihyâ olması için; bilhassa da Velâdet Kandiliʼnin idrâk etmekte olduğumuz şu Rebîulevvel günlerinde, kalbimizi ve dilimizi bol bol salevât-ı şerîfelerle, Allah Rasûlüʼnün hâtıralarıyla, hadîs-i şerîfleriyle meşgul etmeliyiz.

Rasûl-i Ekrem Efendimizʼe muhabbetin en güzel yolu, Oʼnu doğru bir şekilde ve yakından tanımaktır. Oʼnu ne kadar yakından tanırsak ve O’nun gönül dokusundan ne kadar hisse alabilirsek, O’nu o kadar çok severiz. Bu hâl, şuna benzer:

Yüce bir dağ düşünelim... Ona uzaklardan bakılınca ancak belli belirsiz bir siluet hâlinde görünür. Fakat ona yaklaştıkça, içindeki ağaçlar, meyveler, çiçekler, kuşlar, akarsular belirmeye başlar. İnsan, bu muhteşem güzellikleri ne kadar yakından görebilirse, o nisbette muhabbet ve hayranlığı da artar.

İşte Efendimiz r’e muhabbetle yaklaşıp yakından tanıyan ashâb-ı kirâm, O’nun yüce ahlâkına hayran oldu. Âdeta insanlıkta bir âbide seyretti. O’nun en ufak bir arzusuna bile:

“Anam, babam, canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler. Bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle, Efendimiz’i adım adım takip etmeye çalıştılar.

Ashâb-ı kirâmın en büyük arzusu, Allah Rasûlü ile bu dünyada nasîb olan beraberliği âhirette de devam ettirebilmek oldu.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[3] hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilme iştiyâkıyla, Efendimiz r ile amel beraberliği, ahlâk beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde bulunmaya gayret ettiler. Yine bu şuurla İslâm nîmetini dünyanın dört bir tarafına ulaştırdılar. Nereye gitseler, Allah ve Rasûlʼünün muhabbetini sînelerinde taşıdılar.

Cenâb-ı Hak bize Kurʼân-ı Kerîmʼde Muhâcir ve Ensârʼı, yani Rasûlullah r Efendimiz’e sadâkatle tâbî olan, muhabbetlerini candan ve maldan fedakârlıklarla ispat eden ashâb-ı kirâmı örnek gösteriyor.

Bizler de Allah Rasûlüʼne muhabbetimizi bugünkü toplumla değil, sahâbe efendilerimizle mîzân edeceğiz.

Diğer taraftan; “Ben Allah Rasûlüʼnü seviyorum.” demekle iş bitmiyor. Zira gerçek bir muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Allah Rasûlüʼne ittibâ hususunda ne kadar gayret ve fedakârlık gösteriyorsak, O’nu o kadar seviyoruz demektir.

Bir de şu hissiyât içinde olacağız:

Rasûlullah Efendimiz şimdi yanımızda olsa; bizim hâlimize, ahlâkımıza, ibadetlerimize, İslâmʼı tebliğ ve temsildeki vaziyetimize, âile hayatımıza, evlâtlarımızı yetiştirme tarzımıza, komşuluk hukukumuza, beşerî münâsebetlerimize, ticaret ahlâkımıza, ümmetin mazlumlarına gösterdiğimiz ilgi ve alâkanın seviyesine, Allah yolundaki gayretlerimize tebessüm eder miydi; yoksa rakik kalbi mahzun mu olurdu? Hâlimiz ve ahlâkımızla ne kadar O’na benziyoruz? İslâm’ın güler yüzünü, gönül dokusunu, nezâket ve zarâfetini, hayatımızda ne kadar temsil edebiliyoruz?

Yine Rasûlullah r Efendimizʼe olan muhabbetimizin en güzel göstergesi, bir hadîs-i şerîfinde; “Size iki emânet bırakıyorum…” diyerek ifade buyurduğu; “Kitap ve Sünnet”e[4] olan ittibâmızdır. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye, hayatımızın her safhasında bağlı kalma gayretimizdir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri naklediyor:

“Sahâbe-i kirâm, Rasûlullah r Efendimiz’e:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizler Allah Teâlâ’yı çok seviyoruz. Lâkin bize, Allâh’ın zâtını gerçekten sevmenin alâmetini bildirseniz.» dediler.

Bunun üzerine Allah Teâlâ;

«(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.» (Âl-i İmrân, 31) âyet-i kerîmesini indirdi.” (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, nr. 6845, 6846)

Demek ki kulu Allâh’a muhabbet deryasına ulaştıracak olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı Rasûlullah Efendimiz’dir. Zira varlıklar içinde Cenâb-ı Hakkʼın en çok sevdiği, Efendimiz’dir. Bizim de Cenâb-ı Hakkʼa yakınlık için en çok sevip tâbî olacağımız örnek şahsiyet O’dur.

 

ALTINOLUK:  Muhterem Efendim, okuyucularımıza eserinizle ilgili son bir mesajınız var mı? Özellikle, eserinizden âzamî istifâde için bir usûl tavsiyeniz olur mu?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Kitabın önsözünde de ifade ettiğimiz gibi, bu eseri kaleme alma gâyemiz, kuru bir kıssahanlık değildir. Kıymetli okuyucularımızdan istirhâmımız da bu kıssaları okuyup geçmek yerine, onların tefekküründe derinleşmeleri, kendilerine has reçeteler çıkarmalarıdır.

Bunun için kitabı okurken, önce aklımızın ve kalbimizin pencerelerini kıssaların mânâ iklimine samimiyetle açalım, ardından da aldığımız hisseleri hayatımıza yansıtmaya gayret gösterelim.

Yani kitaptan âzamî istifade için, onunla alâkamız, yalnızca kuru bir okuma faaliyetinden ibaret kalmasın. Okuduğumuz her kıssa ile kendimizi mîzân edelim. Kıssanın bize ne söylediğine, hangi noksanımıza işaret ettiğine dikkat edelim. Hâlimizi o endam aynasında gözden geçirip, varsa kusur ve eksiklerimizin telâfisine çalışalım.

Rabbimiz, uçsuz bucaksız bir deryâdan âdeta bir terzi yüksüğü hacminde derlediğimiz kıssa ve hisselerin, gönüllerimizde hayırlı ve bereketli tesirlerini halkeylesin. Cümlemizi lâyıkıyla istifâde edenlerden kılsın.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. et-Tevbe, 119; el-Enʻâm, 68; en-Nisâ, 140.

[2] Bkz. Ahmed, V, 428, 429.

[3] Buhârî, Edeb, 96.

[4] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 276; Muvatta’, Kader, 3.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle