Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Düşküne cefâ etmek, insanlık şânına yakışmaz. Karıncanın önünden dâne kapan kuş, zavallıdır.”
[Rahmet dîni İslâm; zayıfı güçlüye, hastayı sıhhatliye, fakiri zengine zimmetlemiştir. Zayıfı, âcizi, muhtacı görüp gözetmek, onları koruyup kollamak; müʼminler için bir “din kardeşliği” imtihanıdır.
Nitekim âyet-i kerîmede, Rasûlullah r Efendimiz’in yanında bulunan müʼminlerin “birbirlerine karşı çok merhametli” oldukları zikredilmektedir.[1]
Hâl böyle iken, zayıfa, muhtaca, mazlum ve mağdura ezâ ve cefâ veren hâl ve tavırlar içinde bulunmak; hiçbir müʼmine aslâ yakışmaz.
Meselâ zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır. Zenginin zekâtını vermesi, esâsen muhtaca yaptığı bir iyilik bile değildir. Sadece bir borcun ödenmesidir, bir hakkın sahibine iâde edilmesidir.
Nasıl ki en kötü hırsızlık, zenginin fakirden çalması ise; zekâtı vermemek sûretiyle, servetindeki fakir-fukara hakkını gasbetmek de son derece çirkin bir hırsızlıktır.
Yine, başı dara düşmüş birine yardım eli uzatmak yerine, onun bu sıkışıklığını istismâr ederek elinde avucunda ne varsa değerinden çok daha ucuza almak veya malının ederini bilmeyen birinin, bu cehâletinden faydalanıp onun hakkını yemek de aynı şekilde, İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan, menfur davranışlardır.
İslâm, bir alışverişte kendi hak ve menfaatini düşünmek kadar, muhâtabının hakkını gözetmeyi de emretmiştir. Kul hakkının, ilâhî affın dışında tutulan son derece ağır bir vebâl olduğunu tâlim ve telkin etmiş, bu hususta büyük bir titizlik göstermeyi emretmiştir.
Buna göre İslâm’da; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasten yermemeli, satarken de değerinden üstün gösterecek mübâlağalı ifadeler kullanmamalıdır. Karaborsacılık, fâiz, tartı ve ölçüde hile yapmak, gereksiz yere yemin etmekten titizlikle kaçınmalı, toplumun zararına olan haram malları alıp satmamalıdır. “Gabn-i fâhiş” denilen, kandırmak sûretiyle aşırı kâr elde etmeye yeltenmemeli, muhâtabının bilgisizlik, tecrübesizlik, akıl zayıflığı veya mecburiyetinden faydalanarak, fiyatlarda teâmülün dışına çıkmamalıdır.
Şu hâdiseler, alışverişte kendi menfaatini düşünmek kadar muhâtabının hakkını da gözetmeyi telkin eden İslâm ahlâkının ne güzel tezâhürleridir:
İmâm-ı Âzam Hazretleri, ilmî faaliyetlerinin yanı sıra, geçimini ticaretten temin eden büyük bir tüccardı. Kendisine satın alması için ipekli bir elbiselik getiren kadına malının fiyatını sormuştu. Kadın:
“–Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” deyince itiraz etti.
“–Hayır, bu daha fazla eder.” buyurdu.
Kadın şaşkınlıkla fiyatı yüz dirhem artırdı. İmâm-ı Âzam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha... İmâm-ı Âzam:
“–Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız:
“–Yâ İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine İmâm, kadına malının gerçek fiyatını söylemesi için, işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı Âzam onu bu fiyattan satın aldı.
Zira o biliyordu ki, doğruluk ve dürüstlükten ayrılmak, zâhiren çok kârlı görünse de hakîkatte ilâhî gazabı celbetmek, huzursuzluk ve bereketsizlikten başka, kula hiçbir şey kazandırmaz.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleriʼnin bu hassâsiyeti, Rasûlullah r ve Oʼnun güzîde ashâbının yolunu tâkip etmekteki gayretinin de bâriz bir misâlidir. Nitekim onun bu alışverişte sergilediği hakkâniyetin asr-ı saâdetteki kaynağı, belki de şu hâdiseydi:
Sahâbeden Cerîr bin Abdullah t bir at satın almak istemişti. Beğendiği bir at için satıcı beş yüz dirhem fiyat teklif etti. Cerîr t bu ata altı yüz dirhem verebileceğini, hattâ sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini ifade etti. Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildi. Kendisine:
“–Atı, beş yüz dirheme alabilecekken, niçin sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükselttin?” diye soruldu.
Cerîr t şu cevâbı verdi:
“–Biz alışverişte hile yapmayacağımız hususunda Allah Rasûlü’ne söz verdik.” (İbn-i Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd.)
Hazret-i Ömer t da:
“Bizim çarşımızda dîni(n ticaret kâidelerini) bilen kimseler satıcılık yapsın.” buyurarak, ticaret ve alışverişin de bir ahlâkı bulunduğuna dikkat çekmiştir. (Bkz. Tirmizî, Vitr, 21/487)
Dolayısıyla helâl-haram demeden; “Müşteriden ne koparabilirsem kârdır.” zihniyetiyle yapılan ticaretten hayır gelmeyeceğini, bilâkis bunun ağır bir âhiret hesâbı olacağını, aslâ unutmamak gerekir.
Meselâ zamanımızda çokça yaşandığı üzere, bir ev sahibinin zor durumdaki kiracısından -onun mecburiyetini fırsat bilerek- ederinden çok daha fazla kira istemesi, aksi hâlde onu evinden çıkarmakla tehdit etmesi de ayrı bir vicdansızlıktır.
Zayıfı sömürmek, hakkını aramaktan âciz kimsesizleri kandırıp aldatmak, İslâm’ın yasakladığı câhiliye âdetlerindendir.
Nitekim Peygamber Efendimiz r henüz risâlet vazifesinin bulunmadığı yirmili yaşlarında iken, Yemenli bir adam, satmak üzere Mekke’ye ticaret malı getirmişti. Kureyş eşrâfından Âs bin Vâil bu malı satın aldı, fakat parasını ödemedi. Adamcağız, Mekke’nin ileri gelen âilelerinin büyüklerine başvurup kendisine yardım etmelerini istedi. Fakat onlar bu mazluma yardım etmek yerine, Âs bin Vâil’i kayırarak adamı azarladılar.
Çâresizlik içinde kalan adamcağız, Kureyş eşrâfının Kâbe çevresinde oturdukları bir sırada, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak; “Ey Fihr Hânedânı!”[2] diye bağıra bağıra şiir okudu. Uğradığı zulüm ve haksızlığı îlan ederek yardım istedi.
Yardım için ilk harekete geçen zât, Peygamber Efendimiz’in amcası Zübeyr oldu. Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte Abdullah bin Cüd’ân’ın evinde toplandılar.
Abdullah onlara yemek ikram etti. Daha sonra, “kim olursa olsun, Mekke’de zulüm ve haksızlığa uğrayanın hakkını geri alıncaya kadar, zâlimin karşısında, mazlumun yanında durmak” üzere ahitleştiler.
“Hilfü’l-Fudûl” diye adlandırılan bu cemiyet, ilk olarak Âs bin Vâil’den Yemenli adamın hakkını almakla icraata başladı. Daha sonra da Mekke’de haksızlığa uğrayan pek çok kimsenin imdâdına yetişti, hakkı tutup kaldırmak için gayret sarf etti.[3]
Rasûlullah r’in câhiliye devrinde tasvip edip katıldığı tek cemiyet, Hilfü’l-Fudûlʼdür. Çünkü o, toplumda adâleti temin etmek için kurulmuştu. Peygamber Efendimiz r bu cemiyet hakkında, nübüvvetten sonra da şöyle buyurdu:
“Abdullah bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hilfü’l-Fudûl’de hazır bulundum. O meclisten o kadar memnun oldum ki ona karşılık olarak bana kızıl develer (yani en kıymetli dünyalıklar) verilse, o kadar sevinmezdim. O antlaşmaya şimdi de çağrılsam, yine icâbet ederim.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295)
Yüce dînimiz İslâm, güçlünün haklı sayıldığı değil, haklının güçlü olduğu bir nizam getirdi. Kişilerin değil, adâletin üstünlüğünü esas kıldı.
Nitekim Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurdu:
“…İçindeki zayıfların, haklarını incitilmeden alamadıkları bir toplum iflâh olmaz...” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)
“…Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır?!” (İbn-i Mâce, Fiten, 20)
Velhâsıl, günümüzün vahşî kapitalizminde “krizi fırsata çevirmek” gibi görülse de birilerinin zor duruma düşmesinden faydalanmak ve mazlumların mağduriyetinden nemalanmak; beceriklilik veya uyanıklık değil, bilâkis vicdansızlıktır, merhametsizliktir.
“Medeniyet” zannedilen günümüz modern câhiliyesinin bu duygusuzluğuna karşı, îmanlı yüreklerin hissiyâtını Mehmed Âkif’in şu mısrâları açıkça dile getirmektedir:
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün;
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!..
Bu cihanda garibe, kimsesize, mazluma acımak gerekirse de, aslında en çok acınacak hâlde olanlar, merhamet fukarâsı zâlimlerdir. Zira âhiret penceresinden bakıldığında açıkça görülür ki asıl acınacak hâlde olanlar, dünyada acımasızca zulmeden maskeli vicdanlardır.
Bu itibarla;
–Vicdan, iz’an ve insâfa veda etmiş olan vahşî kapitaliste,
–Mâneviyat mahrumu materyaliste,
–Merhamet ve gözyaşının ne olduğunu bilmeyen menfaatpereste,
–Emri altındaki işçisinin hak ve hukukunu ihlâl eden gaddar patronun sefil rûhuna ve
–“Acıyın bize!” feryatlarına sağır kesilen alık ve abus çehrelere -onların hazin âkıbetini düşünerek- daha çok acımak gerekir!
Gücü ancak âcizlere yeten, zayıfların haklarını gasp ederek semiren zâlimler, insanlığın yüz karası olan alçaklardır. Başkalarının âhları, acıları ve gözyaşları üzerine saâdet inşâ edeceğini zannedenler, büyük bir aldanış içindedirler. Bunun içindir ki ecdâdımız; “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste!..” demiştir.
Bu âhların bazısı daha bu dünyada iken çıkar, birçoğu da âhirette elîm bir azap olarak çıkar. Âdil-i Mutlak olan Rabbimiz, hiçbir mazlumun âhını, zâlimin yanına kâr olarak bırakmaz.
Tarihteki zâlim Firavunlar, Nemrutlar, Âd ve Semudlarla yarışırcasına yıllardır mazlum Filistinlilere Gazze’de ve Batı Şerîa’da her türlü zulüm, işkence, tâciz ve katliâmı revâ görmüş olan İsrail’in yaptıkları da yanına kâr kalmayacak, onlar da ilâhî intikam tecellîlerinden kaçamayacaklardır. Bu hakîkat, sadece vicdan sahiplerinin arzu veya temennîsi değil, insanlık tarihi boyunca defaatle tahakkuk etmiş olan bir âdetullahʼtır / sünnetullahʼtır.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İskender cihâna hükmediyordu; (zulüm, gözyaşı ve âhlarla doldurduğu) dünyayı bıraktı gitti. Bir an bile fazla kalması mümkün olmadı. Mümkün olsaydı, bir nefes mühlet için dünyayı verirdi.”
[Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.” (el-Müʼminûn, 43)
Ecel senedinin vâdesi dolduğunda, sıhhat ve âfiyetle alınacak bir nefeslik zamana paha biçilemez.
Kânûnî Sultan Süleyman ne güzel ifade etmiş:
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
Hakîkaten, ezelde takdir edilmiş olan ömrü bir an bile uzatabilmek için, insan her şeyini feda etse, yine de buna muvaffak olamaz. Dolayısıyla insana son nefeste fayda vermeyecek olan dünyalıklarla övünmek, onlara hadd-i lâyığından fazla güvenmek, vahim bir aldanıştır.
Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Şakîk-i Belhî g hac maksadıyla yola çıkıp Bağdat’a vardığında, Halîfe Harun Reşid kendisini çağırdı ve;
“–Bana öğüt ver!” dedi.
Şakîk ona şu nasihatte bulundu:
“−Farzet ki çölün ortasındasın ve susuzluktan mahvolmaya ramak kaldı. O zaman, bir içimlik su satan birini buldun. O suyu kaça alırsın?”
Harun:
“–Kaça isterse ona.” dedi.
“−Ama adam; «Mülkünün yarısını isterim...» derse?”
“−Onu da veririm.”
Şakîk:
“−Farzet ki bu suyu içtin ama içtiğin su, bu defa da dışarı çıkmadı, idrarını yapamadın. Öyle ki büyük bir sıkıntıya dûçâr oldun. O zaman biri çıkıp; «Ben seni tedavi ederim ama buna karşılık mülkünün diğer yarısını alırım...» dese ne yaparsın?”
Harun:
“−Onu da veririm.”
Şakîk:
“–Şu hâlde önce içip sonra idrar yoluyla dışarı attığın bir içimlik su değerindeki bir mülk ile, ne diye övünüp duruyorsun?!”[4]
İnsanı Hak katında kıymetli kılacak olan; bu dünyadaki makamı, mevkii, malı, mülkü, serveti, şan ve şöhreti değil, hayatını ne kadar Allah rızâsına uygun ve takvâ üzere yaşayabildiğidir.
Dolayısıyla kıymetli nefeslerimizi ebedî hayatımıza faydası olmayan, hattâ zararı dokunan meşgalelerle tüketmekten daha hazin bir aldanış olamaz.
Ömür nîmetini gaflet içinde ziyan edip, izzet ve şerefi, gelip geçici dünyalıklarda aramak; aynadaki yalanlara aldanmaktır, çöldeki seraplara kanmaktır.
Bunun için son nefes gelip de ömür vâdemiz dolmadan, elimizdeki imkânları âhiret sermayesine dönüştürmenin gayreti içinde olmalıyız. Nitekim âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)
Peygamber Efendimiz r de;
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye sorulduğunda;
“–(Ölen), şâyet muhsin (ihsan sahibi, sâlih) bir kişiyse, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişiyse, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdi. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Nerede sıkıntı çekmiş, sefâleti tatmış birini görsen, bakarsın ki tamaha kapılıp kendini korkunç işlere atmış ve tehlikeli teşebbüslerde bulunmuştur. O derecede ki onun neticelerinden sakınmaz, âhiret azâbından korkmaz, helâl-haram nedir bilmez, onları birbirinden ayırt etmez.”
[Sonu gelmez arzuların ve gereksiz ihtiyaç listelerinin reklâm ve modalarla zihinlere ve gönüllere dayatıldığı, tüketim çılgınlığının kamçılandığı, insanın kıymetinin, yaşadığı hayat standardıyla ölçüldüğü bir zamandayız.
Bu zamanda mânevî eğitimden, kanaat ve rızâ gibi kalbî meziyetlerden mahrum olarak yetişen nesillerin şuuraltına; huzur ve mutluluğun, daha çok kazanıp daha çok tüketmekle mümkün olduğu fikri aşılanıyor. Mânevî olgunluktan mahrum gönüller; “Herkeste var, bende niye yok?” gibi, yersiz düşüncelere kapılıyor. Bu fâsit düşünceler de ham nefisleri ihtirâsın pençesine düşürüyor, insanı helâl-haram demeden, her yanlış yolu mübah görme gafletine sürüklüyor.
İşte, içinde bulunduğumuz âhir zamanda yaşanan huzursuzlukların en mühim sebeplerinden biri de; hırsla perdelenen gönüllerde helâl-haram hassâsiyetinin kaybolmasıdır.
Peygamber Efendimiz r şöyle buyurmuşlardır:
“Öyle bir zaman gelir ki kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)
Mevlânâ Hazretleri de;
“Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” buyurur. Demek ki helâl-haram ayrımı yapmadan dünyevî ve nefsânî menfaatlerin peşinde şuursuzca koşmak, insanı hayvanlardan da aşağı bir duruma düşüren, derin bir hamâkattir.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Engin bir çölde bir yolcu, şaşırıp yolunu kaybetmiş. Azığı ve tâkati tükenmiş. Yanında biraz parası varmış. Çok dolaşmış, fakat yolu bulamamış ve ıztırap içinde ölüp gitmiş.
Bir müddet sonra oradan bazı kimseler geçmiş. Bakmışlar ki bir adam ölmüş, yanındaki paraları yere atmış ve toprağın üzerine şu satırları yazmış:
«Bütün altınlar o kişinin olsa, azıksız adam, adım atamaz. Çölde kavrulan fakir için, pişmiş şalgam, ham gümüşten iyidir.»”
[Kişiye fayda verecek olan varlık, onun zor zamanında işine yarayacak olandır. Ebediyete uzanan hayat yolculuğumuzun en zor geçitleri ise; son nefes, kabir, kıyâmet, mahşer, hesap ve sırattır. İşte bu safhalarda işimize yaramayacak olan, hattâ ayak bağı olacak varlıklar, esasen birer nîmet değil, külfettir.
Selef ulemâsından Ebû Hâzim g şöyle demiştir:
“Allâh’a yaklaştırmayan her nîmet, baş belâsıdır.”
Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:
“Yeryüzü kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.” (ez-Zilzâl, 1-2)
Kıyâmetin o dehşetli zelzelesinde, yeryüzünün dışarı atacağı varlıkların neler olduğu hakkındaki görüşlerden biri de; yer altında bulunan kıymetli madenler, altınlar, gümüşler, mücevherler vs. olacağıdır. İnsanoğlunun peşinde koşup durduğu o varlıklar âdeta lisân-ı hâl ile;
“İşte uğrunda ömür tükettiğiniz dünya metâları! Bir faydası varsa, alın şimdi istediğiniz kadar!” der gibi, ortaya saçılacaktır.
İnsanoğlunun şahsî kıyâmeti demek olan ölüm gelip çattığında, “benim” dediği bütün dünyalıklar da dünyada kalacak. İnsan eli boş geldiği dünyadan, yine eli boş olarak gidecek. Kabre yalnızca amelleriyle girecek…
Rasûlullah r Efendimiz buyuruyor:
“Âdemoğlu; «malım malım» deyip durur. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?” (Müslim, Zühd, 3-4)
Doğuya ve batıya doğru çıktığı büyük seferleriyle muazzam bir dünya saltanatına nâil olan Hazret-i Zülkarneyn uʼın, vefâtından evvel yaptığı şu vasiyet de çok ibretlidir:
“(Öldüğüm vakit) beni yıkayın, kefenleyin. Sonra bir tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın!
Hizmetkârlarım arkamdan gelsin. Hazinelerimi de katırlara yükleyin. Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne sahip olmama rağmen, kabre eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazinelerimin de bu dünyada kalarak benimle beraber kabre girmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Âlimler, Zülkarneyn uʼın aynıyla yerine getirilen bu vasiyetini şöyle tefsir ettiler:
“Arkamdan gelen ordular ile doğuya ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız asker vardı. Hiçbiri emrimin dışına çıkmadı. Dünya, baştanbaşa benim idarem altında idi. Sayısız hazinelere sahip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi, dünya malı dünyada kaldı, mezarıma eli boş gidiyorum! Sizler, âhirette faydalı olan işleri yapın!..”
Esas ve kalıcı hayat âhiret olduğuna göre, asıl servet ve saltanat da kişiye âhirette fayda verecek olan şeylere sahip olabilmektir. Merhum Necip Fâzıl bu hakîkate işaretle, ne kadar da hikmetli bir nasihatte bulunur:
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir;
Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!..
Şüphesiz ki âhiret menzillerinin ilki olan kabirde yegâne geçer akçe, îman ve sâlih amellerdir.
Ne mutlu bugünden âhiret azığını biriktirme gayretinde olan sâlih müʼminlere!..]
Cenâb-ı Hak, fânî dünyanın basit oyuncaklarına aldanarak küçücük bir su birikintisinde helâk olanların âkıbetine dûçâr olmaktan, biz âciz kullarını muhafaza buyursun. Selîm bir kalp ve müsterih bir vicdanla huzuruna varabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.
Âmîn!..
[1] Bkz. el-Feth, 29.
[2] Fihr, Peygamber Efendimizʼin onuncu dedesidir. Kureyşʼin pek çok kolu ona dayanmaktadır. (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, Hâris b. Fihr maddesi.)
[3] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295-296; İbn-i Sa’d, I, 128-129.
[4] Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ, İstanbul 2002, I, 236.


YORUMLAR
-
İlk yorumu yapan siz olun!