Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 19

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Mekânlarda nice şeref var ise, Harem-i Muhteremʼde olan amellerin (fazîleti) nice kat kat ve pek çok olduğu gibi, zamanlarda dahî Ramazân-ı Şerîf öyledir. Sâir aylarda olan amellerden kat kat fazîletlidir. Müʼminler çalışalar, tâ ki Hakkʼın yakınlığına ve vuslata erişeler.”[1]

[Cenâb-ı Hak, bazı mekânlar gibi, bazı vakitleri de diğerlerine üstün kılmıştır. O vakitlerde yapılan ibadetlere, sâir zamanlarda yapılanlardan kat kat fazla ecir vaad etmiştir. On bir ayın sultanı Ramazân-ı Şerîf de böyle bir mânevî hazine mevkiindedir.

Ham ve nâdan bir kalple bakıldığı zaman, Ramazan gün ve gecelerinin diğer aylardaki gün ve gecelerden bir farkı yoktur. Fakat îman ufkundan bakıldığında Ramazân-ı Şerîf; “Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemʼden kurtuluş”[2] vesîlesi olan, ilâhî müjdelerle dolu bir kazanç mevsimidir.

Nasıl ki bize sevdiğimiz biri kıymetli bir hediye gönderse, ona müteşekkir olur, verdiği hediyeye de son derece ihtimam gösterirsek; Ramazân-ı Şerîf de Âlemlerin Rabbiʼnin bizlere lûtfettiği paha biçilmez bir hediyesidir. Dolayısıyla bu ilâhî armağan için cân u gönülden şükretmemiz, onun kadr u kıymetini bilip sâlih amellerle ihyâsına çalışmamız, Cenâb-ı Hakkʼın biz kulları üzerindeki bir hakkıdır.

Buna mukâbil, bu ilâhî lûtfa bîgâne kalmak ise; büyük bir duygusuzluk, hattâ nankörlüktür.

Ebû Bekir el-Belhî (r.a) şöyle buyuruyor:

“Receb ayı, tohumu ekme ayıdır. Şâban ayı, ekilen tohumu sulama ayıdır. Ramazan ayı ise, mahsulü hasat etme ayıdır.”

İşte bu mânevî hasat mevsiminde âhiret azığımızı güzelce tedârik edebilmek için, her zamankinden daha fazla gayret-i dîniyye sahibi olmalıyız. Buna mukâbil, ilâhî gazabı celbeden her şeyden de büyük bir titizlikle sakınmalıyız. Zira bu mübârek ayda ecirler kat kat artırıldığı gibi, bu kıymetli zamanda gösterilecek gaflet, nefsâniyet, tembellik ve ihmâl de sâir zamanlara göre çok daha büyük bir mahrûmiyete, hattâ azâba müncer olur.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), Ramazân-ı Şerîf’te gaflet ve ihmalleri sebebiyle ilâhî rahmetten mahrum kalanların, bedbaht kimseler olduğunu haber vermiştir.[3]]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Mâsivâ hubbun[4] aradan süregör,

Zât-ı bî-çûne[5] Hüdâyî eregör,

Bezm-i vahdette safâlar süregör,

Geldi lûtf ile mübârek Ramazan…

[Hüdâyî Hazretleri bu mısrâlarında, kendi şahsında bizlere şöyle sesleniyor:

“Cenâb-ı Hak ile aranda perde olan süflî muhabbetleri gönlünden çıkar! Ey Hüdâyî! O eşi-benzeri olmayan ve hikmetinden suâl olunmayan Yüce Zâtʼın rızâsına er! Oʼnun vahdet meclisinde safâlar sür! Zira Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla mübârek Ramazan ayı geldi!”

Ramazan ayında günahlardan, gafletten, dünya ve âhiretimize fayda vermeyen işlerden el çekmeliyiz. Midemize oruç tutturduğumuz gibi, bizi Hakʼtan gâfil bırakan fânî muhabbetlerle meşguliyeti de terk ederek, gönül tahtımızı onun gerçek sahibi olan Allah Teâlâʼya hasretmeliyiz. Yani mâsivâya karşı, bir nevî “gönül orucu” da tutmalıyız.

Oruçluyken ağzımıza bir şey girmemesine dikkat ettiğimiz gibi, ağzımızdan çıkan her kelimeye de dikkat etmeliyiz. Bilhassa orucun feyz ve rûhâniyetini zedeleyen gıybet, dedikodu, nemîme/söz taşıma ve lüzumsuz konuşmalara karşı “sükût orucu” tutmalıyız. Gözümüzü ve kulağımızı Rabbimizʼin râzı olmadığı ses ve görüntülerle kirletmekten sakınmalıyız.

İş dünyasında çeşitli meslek erbâbının belli aralıklarla yaptıkları fuarlar olur. Büyük bir müsâbakaya hazırlanan sporcuların girdikleri kamplar ve mühim bir imtihana hazırlanan talebelerin yoğunlaştırılmış kursları olur. Bu safhada, sâir zamanlarda yapılan pek çok meşgale terk edilir. Âdeta ihtilâttan men kararı alınır, yani hedefleri dışındaki her şeyle irtibatları kesilir. Zira bedenî, zihnî ve hissî bütün kuvvetlerini, önlerindeki asıl işe tahsis etmeleri istenir. Zihnî ve kalbî dağınıklığa aslâ müsâade edilmez.

İşte bu cihanda bir ebediyet yolcusu olan ve âhiret azığı hazırlamakla mükellef bulunan mü’minin de, fânî ve nefsânî câzibeler dikkatini dağıtmakta, ona esas hayatın âhiret olduğunu unutturmakta, dolayısıyla da onu aslî vazifelerinden alıkoymaktadır. Günümüzde bilhassa internet, televizyon, cep telefonları ve bilumum ekranlardan gelen menfî yayınlar, bu hususta zihinleri ve kalpleri bulandırmaktadır.

İşte Ramazân-ı Şerîf, ferdî ve içtimâî ibadetlere teksif olarak;

‒Zamâne şerlerinin hayatımızda işgal ettiği sahayı asgarîye indirmek,

‒Gönül dünyamıza çöken gaflet sislerini dağıtmak ve

‒Bu cihâna gönderilme gayemiz olan kulluk şuurumuzu takviye etmek için, müstesnâ bir fırsattır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Zikr u tehlîli ve tesbîhi güzel,

Hem namazı ve terâvîhi güzel,

Zavʼ-i[6] kandîl ü mesâbîhi[7] güzel,

Geldi hoş lûtf ile şehr-i Ramazan…

[Ramazân-ı Şerîfʼin hakikî güzelliği; onun ibadet vecdiyle ihyâ edilmesiyle idrâk edilebilir. Zira bu ay, başta oruç olmak üzere, beş vakte ilâveten kılınan terâvih ve nâfile namazlarla, Kurʼân hatimleriyle, infaklarla, zikir ve salevât-ı şerîfelerle, velhâsıl sâlih amellerle, dolu dolu ihyâ etmemiz için lûtfedilmiştir.

Bu mübârek ayda, tuttuğumuz oruçlar vesîlesiyle nîmetlerin kadrini daha derinden idrak edip şükrümüzü artırmalıyız. Açların ve muhtaçların hâline daha çok âşinâ olmalı, onların mahrûmiyetini telâfî için fedakârlık ve cömertlik seferberliğine girmeliyiz. Zekât, fitre, sadaka ve bütün imkânlarımızdan yapacağımız infaklarla hem onların gönüllerini kazanıp hayır duâlarını almalı, hem de kendi gönül dünyamızı ihyâ etmeliyiz. Zira hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan; fakiri doyur, yetimin başını okşa!..” (Ahmed, II, 263)

Diğer taraftan, lüks lokantalarda, hattâ Ramazan dışındaki dönemlerde içkili olan bazı mekânlarda iftar ziyafetleri düzenlemek veya böyle davetlere katılmak -hele de milletçe büyük felâketlerle imtihan edildiğimiz bu zamanda- bir müslümana aslâ yakışmaz.

6 Şubatʼta Türkiyemiz büyük bir deprem felâketiyle sarsıldı. Ardından sel felâketleri yaşandı. Elbette bu nevî âfetler için maddî tedbirler almak gerektiği gibi, mânevî tedbirleri de ihmâl etmemek gerekiyor.

Namazın her rekâtında Fâtiha Sûresi’ni okuyoruz. Fâtiha’da bugün bilhassa üzerinde düşünmemiz gereken;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

(Ey Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetidir.

Bu âyette bizim sadece ferdî olarak değil, toplum hâlinde Allâh’a kullukta bulunmamız gerektiğine dikkat çekiliyor. Buna göre toplum olarak “اِيَّاكَ نَعْبُدُ”yu ne kadar yaşarsak, yani birlik ve beraberlik içinde ilâhî emir ve yasaklara ne kadar riâyet edip Hakk’a kul olabilirsek, “وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ”, yani Allâh’ın yardımına da o nisbette nâil olabiliriz.

Tarihimizden şu misâl ne kadar mânidardır:

Çanakkaleʼde bir grup askerimiz düşman tarafından çembere alınmıştı. Orada Binbaşı Lütfi Bey: “Yetiş yâ Muhammed, Kitab’ın elden gidiyor!” diye haykırarak istimdâd etti.

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in, Veysel Karanî Hazretleri’ne izâfeten buyurduğu; “Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.”[8] sırrına benzer şekilde, zamanlar ve mekânlar ötesinden Rasûlullah Efendimiz’e âdeta bir nefes-i Rahmânî gitti. O’ndan da zor durumdaki ümmetine bir nefes-i Rahmânî yetişti. Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetiyle düşman kuşatması yarıldı, asker selâmet buldu.

Bugün de, karşılaştığımız iptilâ ve musîbetleri bertaraf etmek için o nefes-i Rahmânîʼye muhtacız. Maddî tedbirlerin yanısıra, samimî gözyaşlarıyla tevbe, istiğfar ve niyazlarda bulunmalıyız.

İşte Ramazân-ı Şerîf, toplum olarak Cenâb-ı Hakkʼa yönelip Oʼndan yardım dilemek için en güzel ilticâ mevsimidir.

Diğer taraftan müʼmin, din kardeşleri zor durumdayken huzur bulamayan, hassas bir vicdana sahip olmalıdır. Unutmayalım ki bugünler;

‒Ramazân-ı Şerîfʼin rahmet ikliminde, muzdarip din kardeşlerimizle ekmeğimizi bölüşme, imkânlarımızı paylaşma günleridir.

‒Yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül verme günleridir.

‒Din kardeşlerimizin dertleriyle dertlenip onlara şefkat ve merhametle kol-kanat germe günleridir.

‒İhsan ve ikram etmenin mânevî hazzıyla ruhlarımızı doyurma günleridir.

Elbette iftarlar vesîlesiyle eş-dost, konu-komşu, akraba ziyaretleri de yapılmalıdır. Lâkin iftarlarda en mühim gayenin, ona muhtaç olan fukarâya, yetime, öksüze, mazluma ve mağdura ikram etmek olduğu unutulmamalıdır.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, zenginlerin çağrılıp fakirlerin mahrum edildiği düğün yemeğine “ne fenâ bir yemek” buyuruyor.[9] Aynı şekilde, iftar yemeğinin aslî gayesi olan fukarâya ikram etmeyi unutarak, onu sırf eş-dost arasında bir ziyafete dönüştürmek de, Ramazanʼın özüne ve rûhuna aykırı bir durumdur.

Çocukluk yıllarımızda Erenköyʼdeki evimizin bahçesinde iftarlar verilirdi. Toplumun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar her kesimden insan bu iftarlara davet edilirdi. Birbirleriyle kolayca ünsiyet edebilmeleri için faytoncular, çöpçüler, hademe-i hayrat mensupları, akrabalar, hocaefendiler ayrı ayrı günlerde çağrılır, iftardan sonra da hepsine, “dişlerinizi yorduk” diye zarif bir nükte ile “diş kirası” tâbir edilen muhtelif hediyeler takdim edilirdi. İslâm ahlâkının, ecdâdımız Osmanlı’daki müstesnâ nezâket ve zarâfet tezâhürlerinden biri olan bu güzel gelenek, o günlerde yaşanmaya devam ediyordu.

Fakat o zamanlar dahî, Ramazân-ı Şerîfʼin rûhunu idrâk edemeyenler için; tiyatrolar, sinemalar, eğlence mekânları vardı. Bundan gaye; geç vakte kadar bu mekânlarda vakit geçirmek, sahuru yaptıktan sonra da yatıp orucun mühim bir kısmını uykuda tutmaktı.

Günümüzde de geceleri televizyon ve internet başında, İslâmî ve ahlâkî değerlerimizle bağdaşmayan film ve programlarla vakit geçirmeler -maalesef- çoğaldı. Hâlbuki Ramazan geceleri, ekran başında takılıp kalma zamanı değil, Rabbimizʼle baş başa kalmanın en feyizli vakitleridir. Bu kıymetli vakitleri zâyî etmek, mânevî bir serveti boşa harcamaktır. Nâdide bir pırlantayı çöpe atmaktan daha hazin bir kayıptır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Ere mi âşık cemâlin[10] nûruna,

Rahmetin, gufrânın[11] ayıdır Senʼin.

Vara mı sâdık visâlin[12] Tûrʼuna,[13]

Lûtf ile ihsânın ayıdır Senʼin…

[Ramazân-ı Şerîf, ilâhî af berâtının alındığı mübârek bir aydır. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyruluyor:

“Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ra­mazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

“Kim, inanarak ve sevâbını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvîh, 46)

Fakat şunu da unutmamak îcâb eder ki, herkes Ramazan ayından, onun ihyâsı için gösterdiği gayret nisbetinde bir şehâdetnâme alacaktır.

Gufrân ayı olan Ramazân-ı Şerîfʼten affolunmuş hâlde çıkabilmek için, bu ayda ibadetlerimize ilâveten, bilhassa tevbe ve istiğfârı, samimî gözyaşlarıyla Rabbimizʼe ilticâ etmeyi artırmalıyız. Cenâb-ı Hakkʼın affını ve rahmetini celbedecek hâl ve davranışlar sergilemeye, daha fazla gayret göstermeliyiz.

Ramazân-ı Şerîf nasıl ki ilâhî rahmet ve mağfiretin coşup taştığı bir ay ise, müʼmin de bu ayda Allâhʼın kullarına karşı daha müsâmahakâr, anlayışlı, müşfik, merhametli, nâzik ve affedici olmalıdır. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmalıdır.

Öte yandan, kimileri, oruç tutmanın kişiyi daha asabî/sinirli yaptığını iddiâ ederler. Orucun hakîkatinden gâfil olanlar da nefislerine hoş gelen bu kanaate kapılarak âdeta oruçluyken öfkeli olmayı normal kabul ederler. Hâlbuki bu, son derece yanlış bir anlayıştır.

Zira oruç, kuru bir açlıktan ibaret değildir. İbadet vecdiyle ve âdâbına riâyetle tutulan bir oruç, asabîlik sebebi olamaz. Bilâkis oruç, öfkeyi yenme, nefsi dizginleme, irâdeyi kuvvetlendirme tâlimidir.

Şayet bir kimse oruçluyken öfke patlamaları yaşıyor, sükûnet ve muvâzenesini kaybediyor, etrafındaki insanlara kaba davranıp kalp kırıyorsa; o kimse orucun ruh ve mânâsından uzak, kuru bir açlık asabiyeti yaşıyor demektir. Böyle kimseler;

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..”[14] hadîs-i şerîfinin muhtevasına girme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

Hâlbuki ilâhî emirlere ve nebevî tavsiyelere uygun şekilde oruç tutan bir mü’min; güzel ahlâka, edep, sabır, hilim, affedicilik, nezâket ve zarâfete her zamankinden daha fazla ehemmiyet vermelidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri ona söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” buyurmuştur. (Buhârî, Savm, 9)

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“Rahmân’ın (has) kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret ederek onu üzdü. Fakat Ebû Bekir (r.a) cevap vermedi. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret etti. Ebû Bekir (r.a) yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince, Hazret-i Ebû Bekir (r.a) ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) hemen kalkıp yürüdü. Hazret-i Ebû Bekir de hemen ardından yetişerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

Mâlum olduğu üzere Ramazân-ı Şerîf’te şeytanlar bağlanır. Lâkin toplumda münâkaşalar, kavgalar, kalp kırmalar, cürümler, hattâ cinâyetler -azalsa da- bitmez. Zira ham ve gâfil nefisler yine iş başındadır.

Dolayısıyla mü’min, midesine oruç tutturduğu gibi, nefsinin serkeşliğine meydan vermeyip onun dizginlerini de sımsıkı tutmalıdır. Zira esas mesele, nefis şeytanını bağlayabilmektir. Ramazân-ı Şerîf ve oruç, ham nefisleri terbiye edip rûhun irâdesini kuvvetlendirerek, insanı her fırsatta kötülüğe sevk eden nefsi kontrol altına almak için, müstesnâ bir mânevî eğitim vesîlesidir.

Lâyıkıyla tutulan bir oruç, âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki hac ve umrede ihramlıyken, refes, fısk ve cidâl, yani şehevî arzular, edep ve ahlâk dışı konuşmalar, fısk u fücûr ve münâkaşa yasaksa, oruçta da aynı durum söz konusudur.

Dolayısıyla oruçlu bir mü’min, kimseyi incitmeyip kimseden de incinmemeli, şahsına yapılan kusurları Allah için affedip geçmeli, her zamankinden daha müsamahakâr ve anlayışlı olmalı, âdeta “melek sıfatlı” bir kul olmaya gayret göstermelidir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Anda Kurʼân-ı Azîm etti nüzûl, [15]

Şehr-i ümmet[16] buyurur ana Rasûl,

Tâlib-i Hakkʼa nasîb ola vusûl,[17]

Geldi hoş lûtf ile şehr-i Ramazan…

[Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kurʼânʼın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185)

Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîfʼte Kurʼân-ı Kerîm ile ünsiyetimizi artırmalıyız. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de her sene Ramazan ayında Cebrâil (a.s) ile buluşur ve ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi.[18]

Ramazân-ı Şerîf’teki mukâbele ve hatim geleneği de Efendimiz’in bu azîz hâtırasından mülhemdir. Bu güzel sünneti ihyâ etmeye ilâveten, Kurʼânʼın mukâbelesiyle yetinmeyip muâmelesiyle de meşgul olmalıyız. Yani Kurʼânʼın mânâsını tefekkür etmeli, onun ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla da kâmil olmalıyız. Aksi hâlde Fudayl bin Iyaz (r.a)ʼin şu ihtârına muhâtap olmaktan kurtulamayız:

“Kur’ân, kendisiyle amel edilmek üzere inzâl buyruldu. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!”

Fudayl bin Iyaz’a bu sözleri üzerine;

“–Kur’ân ile amel etmek nasıl olur?” diye soruldu. Hazret şu cevâbı verdi:

“–Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek, emirlerine tâbî olup nehiylerinden kaçınmak ve hayranlık verici ifadeleri üzerinde durup (Allâh’ı tesbîh etmek, o hususların tefekküründe derinleşmekle) olur.” (Hâtîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-İlmi’l-Amele, s. 76)

Nitekim ashâb-ı kirâmın Kurʼân-ı Kerîm ile meşgûliyeti, onu yalnızca okuyup geçmek şeklinde değil, mânâsını derinden derine tefekkür edip muktezâsınca yaşamak şeklindeydi.

Sahâbe efendilerimiz için vahyin nüzûlü, gökten inen ve tadına doyum olmayan, ilâhî bir ziyafet sofrası gibiydi. Ne zaman bir âyet nâzil olduğunu duysalar, hemen o ilâhî ziyafete koşar, büyük bir iştiyakla; “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı nerededir?” suâlinin cevabını, yeni gelen ilâhî tâlimatlardan öğrenmeye çalışırlardı. Bizler de Kurʼân-ı Kerîmʼe aynı şevk ve heyecan ile sarılmalıyız.

Bizi, çok sevdiğimiz bir dostumuz davet etse, onun davetine sevinerek gideriz. Kurʼân-ı Kerîm de biz kullarına Cenâb-ı Hakkʼın davetidir, insanlığa son mesajı ve Cennet çağrısıdır.

O hâlde düşünelim; fânîlerin davetlerine ne kadar ehemmiyet veriyoruz, Allâhʼın davetine ne kadar icâbet hâlindeyiz? Ki Cenâb-ı Hakk’ın daveti; dünyada huzur, kabirde selâmet, ebedî hayatta da saâdet vesîlesidir.

Bizler de âhirette Kurʼânʼın şefaatine ermek istiyorsak, bilhassa onun nâzil olduğu Ramazan ayında, Rabbimizʼin davetine daha bir iştiyakla koşmalı, O’nun kelâmıyla ülfet ve ünsiyetimizi artırmalıyız. Bilhassa evlâtlarımızı Kurʼân tâlimi ve terbiyesiyle yetiştirme yolunda hayırlı adımlar atmalıyız.

Unutmayalım ki evlâtlarımız bize ilâhî bir emanettir. Onları küçük yaşlarından itibaren namaza, cemaate, oruca, infâka, Kurʼân ile ünsiyete alıştıralım. Zira ağaç yaşken eğilir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Ramazanʼın her günü mübârek. Leyle-i Kadir dedikleri, gâlip hâlde, Ramazân-ı Şerîfʼtedir demişlerdir…

Nebî (s.a.v) Ramazanʼın aşr-i âhirindedir (son on günü içindedir) buyurmuşlardır. Geldik şimdi ol mevsimin içindeyiz. Şimdiden sonra, her gecesi Kadirʼdir diyecek şerîf günler ve gecelerdir ve bunun yirmi yedisinde, gâlib-i hâl iledir demişler. Şerefi ve kadri gâyette olduğundan ötürü, Allah Sübhânehû ve Teâlâ:

«Biz Kurʼânʼı Kadir gecesinde indirdik.» (el-Kadr, 1) diye buyurur. “…Bin ay ibadetten hayırlıdır.” (el-Kadr, 2) diye haber verir.”[19]

[Kadir gecesi, Cenâb-ı Hakkʼın Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe muhabbeti dolayısıyla ümmet-i Muhammedʼe bahşettiği mânevî bir hazinedir. Zira Cenâb-ı Hak bu geceyi ibadetle ihyâ eden müʼminlere, bin ayı, yani seksen üç küsur seneyi, otuz bine yakın gece ve gündüzü ibadetle ihyâ etmiş gibi ecir vaad ediyor.

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Kadir Gecesi’ni, fazîlet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakları hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175/760)

Yani bu gece, af ve mağfiret gecesidir. Lâkin Cenâb-ı Hak “kul hakkı”nı ilâhî affının dışında tutuyor. Bu sebeple borçlar ve diğer kul hakları için, hak sahipleriyle helâlleşmek zarûrîdir. Aksi hâlde kul hakkının ödenmesi kıyâmete kalıyor. O gün insan, hakkını yediği kişiye sevaplarını verecek, hattâ sevapları biterse, o kişinin günahlarını yüklenecek.

Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“–Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” buyurmuştur. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Dolayısıyla üzerimizde hakkı bulunan insanlarla bir an önce helâlle­şmeliyiz. Şayet hak sahibini bulup helâlleşme imkânı kalmamışsa, onun adına hayırlar yapıp istiğfâra devam etmeliyiz.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir ibadet gayreti gösterdiğini, fakat Ramazan’ın son on gününde, kendisini daha da fazla ibadete vererek bilhassa geceleri ihyâ ettiğini bildirmiştir.[20]

Yine Âişe Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’e:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl duâ edeyim?” diye sormuş, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de:

اَللّٰهُمَّ اِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنّ۪ي

 “–«Allâh’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!» diye duâ et!” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât, 84; İbn-i Mâce, Duâ, 5)

Rabbimiz cümlemizi, Kadir gecesinin kadrini bilenlerden eylesin!]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Mâsiyetten[21] kulların sâim[22] ola,

Tâatinde her biri kāim[23] ola,

Iyd-i vaslın[24] umarız dâim ola,

Rahmet ü ihsânın ayıdır Senʼin…

[Ramazân-ı Şerîfʼi, Cenâb-ı Hakkʼın affına, rahmetine, rızâ ve muhabbetine eriştirecek keyfiyette ihyâ edebilmek, kul için en güzel bayram müjdesidir.

Zira bayram, senenin herhangi bir gününde verilmiyor. Ramazan bayramı, üç aylarda idrâk edilen takvâ mektebinden lâyıkıyla geçebilenlere ihsân edilen, ilâhî bir tebriknâmedir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyet ümidinin sevincidir.

Hak dostları nazarında esas bayram da; bu fânî âlemdeki ilâhî imtihanlardan muvaffak olmuş bir hâlde, selîm bir kalp ve müsterih bir vicdan ile Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna varıldığında tadılacak olan ebedî vuslat bayramıdır.

Behlül Dânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Bayram, güzel ve yeni elbiseler giyenler için değil, ilâhî azaptan emîn olup ebedî hüsrandan kurtuluşa erenler içindir.

Yine bayram, güzel binitlere binenler için de değil, hatâ ve kusurlarını terk ederek hâlis bir kul hâline gelebilenler içindir...”

Yani esas bayram, nefsânî zevk u sefâlar içinde ve israf çılgınlıklarıyla gülüp eğlenmek değil, Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine ermektir. Bayramlar, tatil zamanı da değildir. Bilâkis bayramlar;

P Sıla-i rahimde bulunmak,

P Bir vefâ borcu olarak geçmişlerin ruhlarını hayırlar ve sadakalarla şâd etmek,

P Dargınlıkları-kırgınlıkları ortadan kaldırmak,

P Fedakârlık ve cömertlikle din kardeşliğini toplum plânında yaşatmak gibi nice içtimâî ibadetin îfâ edildiği, müşterek sevinç günleridir.

Dolayısıyla bayram, ferdin değil, toplumun sevincidir. Sevinçleri, paylaşarak çoğaltmaktır.

Hakîkî bayramlara nâil olabilmenin yolu da, toplumda tebessümü unutmuş mahzun ve yorgun gönüllere bayram neşesi vermekten geçer. Bayram neşesinin seyredileceği en berrak ayna, bayram ettirilen kırık gönüllerdir…]

Cenâb-ı Hak, Ramazanʼın feyz ve rûhâniyeti içinde bir kulluk hayatı yaşayıp ebedî vuslat bayramına erebilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 21. Sohbet, Vefâ Yay. İst. 2010.

[2] Bkz. İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191.

[3] Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 344.

[4] Hub: Muhabbet.

[5] Bî-çûn: 1. Emsalsiz, eşsiz. 2. Sebep sorulmaz, Allah.

[6] Zavʼ: Işık, aydınlık.

[7] Mesâbîh: Aydınlatma âletleri, lambalar, mahyâlar.

[8] Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358.

[9] Bkz. Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107.

[10] Cemâl: 1. Yüz güzelliği. 2. Allâhʼın rahmetle tecellîsi.

[11] Gufrân: Allâhʼın affı.

[12] Visâl: Vuslat, kavuşma.

[13] Tûr: Hazret-i Mûsâ (r.a)ʼın Cenâb-ı Hak ile mükâlemede bulunduğu dağ.

[14] İbn-i Mâce, Sıyâm, 21.

[15] Nüzûl: Nâzil olma, inme.

[16] Şehr-i ümmet: Ümmetin ayı.

[17] Vusûl: Ulaşma, erişme, varma.

[18] Bkz. Müslim, Fezâil, 50.

[19] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 18. Sohbet, Vefâ Yay. İst. 2010.

[20] Bkz. Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5.

[21] Mâsiyet: Günah, isyan, kötülük.

[22] Sâim: Oruçlu.

[23] Kāim: Kıyamda/ayakta olan. Var olan.

[24] Iyd-i vasl: Cenâb-ı Hakkʼa kavuşma bayramı.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle