Fâtih Câmii’ndeki Şâheser Tablonun Hikâyesi

Cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Han, Konstantiniye’yi İstanbul’a dönüştürdükten sonra ilk iş olarak muhteşem bir mâbedin temelini attırdı. Fâtih Câmii, Bizans devrinde bile uzun yıllar harâbe olarak kalan Havariyyun Kilisesi’nin arsasına inşa edildi. İstanbul’un yedi tepesinden birini süsleyen bu fetih yâdigârının inşâsı sekiz yılda tamamlandı. Başka bir ifâdeyle, teslis harâbesinin üstünde, tevhid mâmûresi olanca ihtişamıyla yükseldi. Fâtih, Eyüp Câmii’ni inşâ ettirdikten on iki yıl sonra, kendi adına izâfe edilen bu câminin yapımını başlattı.

Câminin ihtişâmına ihtişâm katan nefis hat örneklerini devrin en meşhur hattatlarından kabul edilen ve “Sülüs-ü Müsenna” diye bilinen karşılıklı yazıdaki maharetiyle tanınan Ali bin Yahya es- Sûfî yazdı. Fâtih Câmii, daha sonraki yıllarda Osmanlı ülkelerini süsleyen örneklerinde de görüldüğü gibi tam bir külliye hâlinde inşâ edildi. Şehir içinde şehir kabul edilen bu külliyenin en önemli parçasını “Sahn-ı Seman”, yâni “Sekiz Medrese” teşkil ediyordu. Devrin en gelişmiş, en modern eğitim kuruluşu kabul edilen Sahn-ı Seman’da, dînî ilimlerle, müsbet ilimler birlikte okutuluyordu. Bu ilim ve kültür merkezi, ilerleyen zamanla birlikte tam bir câzibe merkezi hâline gelmiş, Fâtih, “Ulema semti” olmuştu.

Belirtmeye gerek yok ki, merkezinde böyle muhteşem bir pâdişah câmisinin yer aldığı külliye, sâdece bu medreseden ibâret değildi. Mâmûreye dâhil olan hastahâne, kütüphâne, imârethâne, tâbhâne, kervansaray vs. gibi müesseseler de faaliyetlerine devam ediyorlardı. Yolcuların, misâfirlerin hiçbir ücret ödemeden üç gün üst üste kaldıkları, tedâvi gördükleri, dinlendikleri, yiyip içtikleri külliyede din, dil ve ırk farkı gözetilmeden, herkese eşit muamele ediliyordu.

Bugün gördüğümüz, bildiğimiz Fâtih Câmii, bizzat Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı câmi değildir. İlk câmi 1766 yılında meydana gelen korkunç depremde büyük bir zarar gördü. Kubbe tamamen harap oldu. Devrin pâdişâhı Üçüncü Mustafa, ayakta kalan kısımlarını da yıktırarak mâbedi yeniden inşâ ettirdi. Eski direklerden bâzılarını avluya gömdürdü. İkinci Bayezid tarafından ahşap olarak kurulan Hünkâr Mahfili bu defa mermerden yapıldı. Câminin sahası, eskisine oranla daha geniş tutuldu. Kıble tarafındaki “Fâtih Kütüphânesi” Birinci Mahmud tarafından ilâve edildi.

Zarif minâreleriyle, gökkubbeye nazîre teşkil eden muhteşem kubbesiyle, ulemanın saat başı şereflendirdiği kürsileriyle bir zamanlar cihan pâdişahlarını sarıp sarmalayan hünkâr mahfiliyle, en önemlisi de her dâim kalabalık olan cemaatiyle muhteşem bir tablo gibi İstanbul’un ortasını süsleyen Fâtih Câmii, başta büyük şâirimiz Mehmet Âkif olmak üzere, birçok kalem ve kelâm erbâbına ilham kaynağı oldu. Bu vesileyle belirteyim ki, İstanbul’umuzun en rûhâniyetli mâbedi kabul edilen Fâtih Câmii’ni ve etrâfını, “efrâdını câmi, ağyarını mâni” bir gözle inceleyenler Osmanlı medeniyetinin inceliklerini, fetih şehitlerinin ve gâzilerinin rûhâniyetleri sinen bu mekânın ruh okşayıcı havasını derhâl fark ederler.

Bilindiği gibi mâbedlerin, özellikle “Selâtin Câmileri” denilen pâdişah câmilerinin dekoratif unsurlarının başında, her biri usta bir hattatın eseri olan hat örnekleri, güzel yazı numûneleri geliyor. Fakat nadiren de olsa bâzı câmilerimizde göz kamaştırıcı tablolarla karşılaşıyoruz. Usta ressamların fırçasından çıkan bu göz okşayıcı resimlerin ayrı bir özellik ve güzellik teşkil ettiğini biliyoruz. İşte bunlardan birini de Fâtih Câmii’nde, müezzin mahfilinde arz-ı endâm eden nefis mi nefis, enfes mi enfes tablo oluşturuyor. Efendim, bu tabloyu yapan usta ressamı tanıtmadan önce, gözleri zînetlendiren manzarası hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.

Çok derin ve dînî bir anlam taşıyan bu resme dikkatli gözle bakalım. Tablonun sağ tarafında sarayın girişiyle bir câmi göze çarpıyor. Semâsındaki yıldızlar ise, Yıldız Câmii ile Yıldız Sarayı’na işâret olduğunu bildiriyor. Evet, bu tablodan sarayın bir halifeye âit olduğu, sağ gözün ufkunda Medîne’nin, sol gözün ufkunda da Mekke’nin bulunduğu anlaşılıyor. Resmin alt tarafına olanca zarafetiyle yerleştirilen ta’lik yazı örneği tabloya ayrı bir güzellik katıyor. Yazıda: “Fi: 27. Ramâzânü’l- Mübârek 1323 (8-21 Kasım 1321/ 1905) Meşihat-ı Ulya Mektûbî Kalemi hulefâsından Mîmârzâde Mehmed Ali.” deniliyor. Bundan da anlaşılıyor ki Osmanlı pâdişâhı, pâdişâhlığının yanı sıra halîfe ünvanını da taşıdığı, dolayısıyla bütün Müslümanların hâmisi konumunda olduğu için gözünü Mekke’den ve Medîne’den bir an için olsun ayırmıyor. Yıldız Sarayı’ndan mukaddes beldeleri gözetliyor. Başka bir ifâdeyle İslâm ülkelerinin tamâmını bir nevi gözetim altında tutuyor.

İşte biz, bunun için Osmanlı pâdişâhlarından bahsederken zaman zaman “cihan hükümdarları” sözünü kullanıyoruz. Nitekim, Topkapı Sarayı’ndaki “Adâlet Kulesi” de bir başka açıdan bu mânâyı remz ediyor. Diğer bir adı da “Cihannüma”, yâni dünya aynası olan bu kuleye pâdişah çıkıyor, bütün cihânı gözetliyor. Hükümdar sembolik olarak, ülkesindeki bütün haksızlıkları, zulümleri görüp kontrol altına alıyor. Evet, bir zamanlar bütün dünya Beyaz Saray’dan değil, Topkapı Sarayı’ndan idâre ediliyordu. Geçelim…

Kaleme aldığı “Siyer” kitabıyla bize Efendiler Efendisi’ni en güzel şekilde tanıtan merhum M. Zekâi Konrapa’nın verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, bu tablonun sâhibi olan Mehmed Ali Efendi, Bolu’da dünyâya geldi. Babası taşçı ustası olduğu için, kendisine “Mîmârzâde” ünvanı verildi. İlmiye kıyâfeti olan sarığıyla, cübbesiyle Bolu’nun çeşitli mekteplerinde hocalık yapan bu muhterem zat hem medrese, hem mektep tahsili almıştı. Mîmârzâde Mehmed Ali Bey, aynı zamanda usta bir ressam, büyük bir hattattı. Yazdığı şâheser hat levhalarıyla Bolu’daki “Yıldırım Beyazıt” ve “İmâret Câmii” duvarlarını süslemişti. Sâdece Bolu’da değil, İstanbul’da da birçok câmide ona âit böyle güzel levhalar bulunuyordu. İşte Fâtih Câmii’ne yerleştirilen bu şâheser tablo da onun maharetli fırçasından çıkmıştı.

Son görevini, Türk- İslâm Eserleri Müzesi’nin müdürü olarak yapan Mîmârzâde Mehmed Ali Bey, aynı zamanda Tokat Mebusu (milletvekili) şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin de dâmâdıydı. Gelişen hâdiselerin zorlamasıyla Sabri Efendi Mısır’a göç etmek zorunda kalınca, Mehmed Ali Efendi de, kardeşi Emrullah Efendi de aynı memleketin yolunu tuttu. Ne yazık ki, bu usta ressam ve büyük hattat, Mısır’da uğradığı korkunç bir tramvay kazasına kurban gidip genç yaşta hayâtını kaybetti.

Tablonun Fâtih Câmii’ne nasıl getirildiğine gelince…

Adı Fâtih Câmii’yle özdeş hâle gelen günümüzün âlimlerinden Emin Saraç hocamızın, (Eylül- Kasım, Sayı: 4) târihli İnkişâf Dergisi’ ne verdiği mülâkattan anlaşıldığına göre, Mîmârzâde Mehmed Ali Bey, bu tabloyu kayınpederi Mustafa Sabri Efendi’ye ithâfen yapıyor. Bilindiği gibi 1950’li yıllardan önce Fâtih ve civârında büyük büyük konaklar vardı. Bu resmin bulunduğu ev de işte bu muhteşem konaklardan biriydi. Söylemeye gerek yok ki, bu konaklar yüksek tavanlı ve gâyet geniş duvarlı yapılardı. Zâten böyle muhteşem tablolar da öyle muhteşem evlere asılabilirdi.

Emin Saraç Hoca’nın söylediklerinden anlaşıldığına göre, eski şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi şartların zorlamasıyla Mısır’a gitmek mecburiyetinde kalınca büyük sıkıntılarla karşılaşıyor. Osmanlı sultanlarına, devlet adamlarına âit evleri, târihi konakları yağmaladıkları, buralardaki kıymetli sanat eserlerini, antika eşyâyı talan ettikleri gibi, Mustafa Sabri Efendi’nin konağını da talan ediyorlar. İşte bu yağmalama esnâsında bahsi geçen tabloyu ele geçiren adam ithaf ibâresini karalıyor ve yıllar sonra Malta’da satışa çıkarıyor. Bu muhteşem tabloya bir hanım tâlip oluyor, altın karşılığında alıyor. Fakat tam bu sırada bir beyefendi kadının yanına yaklaşarak, “Hanımefendi, siz bunu satın alıp götürüyorsunuz ama bu değerli tablo Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin evinden çalınan, talan edilen eşyalardan biridir. Lütfen bunu evinize götürmeyin. Fâtih Câmii’nin bir köşesine asın. Bu da sizin hayrınız olsun.” diyor. İnsaflı olduğu anlaşılan bu hanım vâki teklifi kabul ediyor, derhâl bir hamal bulunuyor, tablo getirilip bugünkü yerine asılıyor. O tarihten beri Fâtih Câmii’ni süslemeye devam ediyor.

Bir ara câminin boyaları yenilenirken tabloyu bulunduğu yerden indirmek gerekiyor. Ne yazık ki, bu sırada arka kısmı yırtılıyor. Emin Saraç Hoca’mızın fenâ halde canı sıkılıyor. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’yi hem yakından tanıdığı, hem de hemşehrisi olduğu için iyice âsâbı bozuluyor. Osman Topbaş Bey’den ricâ ediyor. O da bu işin ehlini bulup tabloyu tâmir ettiriyor.

Değerli dostlarım, nâçiz kalemimden kırık dökük cümleler hâlinde ortaya dökülen bu yazımı okuduktan sonra, eğer ruhlarınızı dinlendirmek, gözlerinizi zînetlendirmek istiyorsanız, hem Hazreti Fâtih’in İstanbul’un ortasına kondurduğu bu muhteşem mâbedi gezmeniz hem de bahsi geçen şâheser tabloyu temâşâ etmeniz gerekiyor!..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle