Hayatımda Bir Tane Mürid Tanıdım O da Musa Efendimizdi

Kendileri fıtraten güzelliğe meclub bir insandı. Her şeye âşık gibiydi. Mahmud Sami Efendi babamıza intisap ettikten sonra, hayatı ve aşkı tamamen oraya kanalize oldu. Bendeniz diyebilirim ki hayatımda bir tane mürid tanıdım o da Musa Efendimizdi. O’nun Sami Efendimize olan aşk ve bağlılığı çok farklı boyuttaydı. Kendisi Kur’an ve sünnet merkezli bir hayatın müşahhas bir örneği olarak Sami Efendimizi gördüklerinden kendilerinin hayatlarındaki her ölçüsü Sami Efendimizle ayniyet kesbediyordu.

ALTINOLUK: Efendim merhum Musa Efendi Üstadımızın kardeşi olmanız dolayısıyla beraberliğinizin çok farklı boyutlardaydı. Bizlere kendileriyle olan hatıralarınızdan bahsedebilir misiniz?

Abidin TOPBAŞ: Merhum Musa Efendi Üstadımızla baba bir, anne farklı kardeş olarak doğduk. Ama ben kendimi bildim bileli, Musa Efendimizi baba gibi bilmişimdir. Çünkü babam ben üç yaşında iken vefat etmiş. Biz Musa abimle aynı evde beraber yaşamasak bile, evimizin reisi konumunda olan kişi Musa abimdi. Bu maddeten ve manen böyleydi. Yıllar boyunca böyle devam etti. Musa abim her gün mutlaka bizim eve bir uğrardı. Bizim eve uğramadığı bir günü hiç hatırlamam. Yani düşünün, üç yaşındasınız, beş yaşına geldiniz, on yaşına geldiniz bu hâlâ böyle... Akşamleyin abiniz gelecek bunu biliyorsunuz... Doğrusu merhum yengem de bu konuda her zaman destek verirdi.

Bizim çocukluğumuzda bize her gün babalık ettiği gibi, Osman Efendimiz ile beni hiç ayırt etmezdi. İkimize aynı alınır, aynı yedirilir, aynı giydirilirdi. Hatta bazen fotoğraf çektirmeye gittiğimizde, yaşlarımız da yakın olduğu için, bizi ikiz zannederlerdi.

İlkokul bittikten sonra hangi okula gidecekler meselesi ortaya çıktı. Galatasaray’a mı, Saint Josef’e mi gitsinler diye konuşuluyor. Belki maddî imkân olarak, bizleri en lüks kolejlerde okutabilecek durumu vardı. Yurt dışına gönderebilecek imkânı vardı. Fakat O, bizlerin âhiret şuuru içinde yetişmemizi arzu ediyordu. O dönemde İmam Hatip Lisesi’nin adı var kendisi yok bir haldeydi. Yıl 1952. Afif Bey, Osman Hocamız ve beni İmam Hatip’e kaydettirdiler ve böylece İmam-Hatip hayatımız başladı.

İmam Hatip Okulu ilk olarak Vefâ’daydı. Bulunduğu binayı bir ortaokul “Burada tedrisat yapılmaz!” diye terk etmişti. Mahrumiyetler içindeydi. Bir cam kırılsa yerine taktıramayacak derecede yokluklar vardı. Cam yerine bir karton konuyordu. Ahşap binada merdivenden çıkarken tutunacak tırabzanlar yoktu. Her basamaktan ayrı bir ses çıkıyordu. Fakat hocalarımızın hepsi samimi ve ihlaslı kimselerdi.

Musa Abimin ileri derecede Fransızcası vardı. Çocukluğumuzda bizim Fransızca hocalığımızı yapardı. Afif Topbaş, Osman Topbaş Bey ve bana özel Fransızca dersi verirdi. Hakikaten ondan aldığımız bir haftalık derslerle okul bitene kadar son derece yüksek seviyede Fransızca notları alırdık. Bizdeki eğitim seviyesinin düşüklüğünü de göz önüne alırsak bu zor olmazdı. O Fransızcayla da mezun olduk. Fransızcayı bilmesine rağmen hayatı boyunca Fransızcayı bildiğini ihsas bile etmemiştir. İhsas etmezdi, kullanmazdı da. Fakat Kenya'da Nayrobi’de otururken bir Kur'an-ı Kerim gösterdiler. Kur'an-ı Kerim’in İngilizce ve Fransızca tercümeleri vardı. Bizim Arapçasından ve İngilizcesinden anlayamadığımızın çok daha fazlasını bize Fransızcasından anlatmıştı ve bize “Bakın böyle böyle yazıyor.” diye okumuştu. Yani ileri derecede Fransızcası vardı ve zannederim gençliğinde bir de kitap tercüme etmişti.

İmam Hatip bittikten sonra işe atıldık ve yirmi yaşında evlendik. O günlerde askerlik henüz yoktu. Biz evlendik, on beş gün sonra bizim tayin, öğretmen olarak Siirt’e çıktı. Osman Hocamız ile Siirt’e gittik ve Tillo’ya yerleştik. Musa Abim “Siz gidin, kayınvalideyi, hanımı ben getiririm.” dedi. Musa Abim, yengemle birlikte bizim aileyi getirdiler. Kurtalan’da onları karşıladık. O günler, tam 27 Mayıs İhtilali’nden sonraki günlerdi. Yassıada mahkemesinin yapıldığı dönemdi. Musa Abim o zaman onları radyodan takip ederdi. Oraya geldi, bizleri yerleştirdi. Yani hayatımızın her safhasında, bugün hiçbir babanın evladına yapamayacağı şekilde davrandı bana. Bunun yanında, bizi çok çabuk mesuliyetin altına koydu. Yani abimin yanında ben kendimi daha çabuk büyümüş hissettim. On dokuz-yirmi yaşındayken, kız istemeye giderken veyahut müsbet veya menfi bütün sosyal meselelerde beni yanında taşır, teşvik ederdi. Biz de kendimizi çok çabuk büyümüş hissettik.

 

Altınoluk: Kendilerinin insan yetiştirme üslubu hakkında öne çıkan hususiyetleri nelerdi

A. Topbaş: O’nun bizlere verdiği eğitim, kuru nasihatlerle değil bizzat uygulayarak idi. Yani bize anlatıp kazandırmak istediği dînî, tarihî ve millî duygular ve İslâmî şuur; onları en güzel şekilde yaşatmak sûretinde idi. Bizleri Osman Efendi Hocamızla beni İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih Camii, Süleymaniye, Yahya Efendi gibi tarihî ve manevî yerlere götürürdü. O mekânların rûhâniyetini yaşamamıza gayret ederdi. Yani Eyüp Sultan Hazretleri’ni bize Eyüp Sultan’da yaşatarak öğretirdi. Süleymaniye’yi Süleymaniye ikliminde yaşatarak muhteşem medeniyetimizi damarlarımıza kadar hissettirirdi. Böylece geçmişinden mahrum yetişenlerin olduğu bir hengâmda bizler, şanlı tarihimiz ve ölümsüz eserlerimizle müftehir bir şekilde yetişiyorduk.

Bursa’da da Emir Sultan, Ulu Cami gibi tarihî ve manevî mekânlara götürürdü. Orada bizleri infâka alıştırmak için, daha önceden hazırladığı bozuk paraları verir, orada boynu bükük fakirlere vermemizi isterdi. Biz o hayırlara vesile oldukça; mahrumların duâlarıyla sevinir, mazlumları sevindirmeyi benimserdik.

Musa abimin en büyük düsturu “Halika tazim ve ibadet ve mahlûkatına şefkat” idi. Ve Allah Teâlâ’ya korkudan ziyade sevgi ağırlığıyla teslim olurdu. “Allah’ımız bizlere şunları, şunları vermiş” diye bize anlatırken gözleri gülerdi. Gözleri bir şeyler söylerdi, bütün vücuduyla söylerdi. O aşkı karşı tarafa da yayardı.

O’nun hayatına bir de şöyle bakıyorum. Peygamberlere bile vaki olan en zor emir, Peygamberimizin “Beni ihtiyarlattı.” dediği, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” Bu çok basit gibi geliyor insana. Oysa dünyanın en zor şeyi. Musa Abimin “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” emrini hayatının her alanına aksettirmeyi prensip edinmişti.

Tasavvufu anlatırken şu kavramlarla anlatırdı: İstikamet, sevgi ve şefkat. Bu yolu anlatırken koyduğu başlık buydu. İstikamet en başta, sonra sevgi ve şefkat.

Kendileri, Sami Efendi Üstazımın “En büyük keramet istikamettir.” düsturunu sık sık hatırlatırlar “İstikâmete yönelmeli. İstikâmet, hakkıyla Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlâkî bakımdan durumumuzu düzeltmeye gayretli olmak, şefkati merhameti ziyadeleştirmektir. Çok insan, istikâmet ehlidir; ama kendisine kerâmet verilmemiştir, Cenâb-ı Hak vermemiştir. Bazı insan ise istikâmeti olanın dûnundadır; ama kerâmet sahibidir. Cenâb-ı Hak bazı sevdiği kullara kerâmet de verir. Allah Teâlâ, müminin görüşünü açtı mı, hakiki mânâda dostunu düşmanını bilir oldu mu, o kerâmettir. Kerâmet, muhakkak havada uçmak, suda yürümek değildir. Kerâmetin de aslı Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istidadı kullanmaktır.” buyururlardı.

Yeni yetişen nesle Allah sevgisini aşılamak için uğraşırdı. Aman cehennemlik falan olursunuz diye söylemezdi. “Allah bunca nimetler vermiş, her şeyimizi O'na borçluyuz.” derdi. Kendisi bunu yaşar, buna inanır, bunu aksettirmeye çalışırdı.

Bu sevgi ve şefkat incelikle beraber insan yetiştirme üslubuna da yansımıştı. Mesela kendisiyle umre yaptığımız bir zamanda Haremeyn’de Kur’an-ı Kerim okurken ben secde ayetleri gelince oradaki Araplar gibi Kur’an-ı Kerim elimde olduğu hâlde secdemi yapar sonra okumaya devam ederdim. Bir gün kendileri Harem-i Şerifte Kur’an-ı Kerim okurlarken bendeniz de yanındaydım. Mushaf-ı şerifi kapatıp bana verdiler. Sonra ayağa kalkıp büyük bir tazim ve huşu içinde secde yaptılar, sonra mushafı alıp tekrar okumaya devam ettiler. Anladım ki benim yaptığım şekil hoşlarına gitmemişti, kırıp incitmeden doğru olanı göstermişlerdi.

Sonra insanı farklı bir tedavi ediş şekli vardı. Oğlum Yusuf’un vefatından sonra, biz ve aile biraz zorlandık. “Ben sizin eve kalmağa geleceğim.” dedi. Ondan sonra kalktılar bizim eve geldiler. Hakikaten biz burada Musa abimi ağırlarken, kendisiyle sohbet ederken, günlerimizi paylaşırken, bizim üzerimizdeki yükün, üzüntünün, sıkıntının mühim kısmını aldı. Bir müddet kaldıktan sonra bizi bir de Medine’ye yolladı. Medine’ye gittik geldik, büyük oranda bir tedavi olmuş olduk.

 

Altınoluk: Şahsiyetinin ana çizgileri ne idi?

A. Topbaş: Kendileri fıtraten güzelliğe meclub bir insandı. Her şeye âşık gibiydi. Mahmud Sami Efendi babamıza intisap ettikten sonra, hayatı ve aşkı tamamen oraya kanalize oldu. Bendeniz diyebilirim ki hayatımda bir tane mürid tanıdım o da Musa Efendimizdi. O’nun Sami Efendimize olan aşk ve bağlılığı çok farklı boyuttaydı. Kendisi Kur’an ve sünnet merkezli bir hayatın müşahhas bir örneği olarak Sami Efendimizi gördüklerinden kendilerinin hayatlarındaki her ölçüsü Sami Efendimizle ayniyet kesbediyordu. Kendilerine bir şey sorulduğunda Sami Efendimiz böyle yapardı, şöyle söylerdi diyerek referans noktaları hep Sami Efendimizdi. Her şeyiyle tam teslim bir insandı.

Sonra gerçekten Osmanlı beyefendisiydi. Gittiğimiz her yerde dikkat çekerdi. Gayri müslimlerin de dikkatini çekerdi. Mesela Güney Afrika’da, Kenya’da müslümanların, hatta gayri müslimler ve hristiyanların dikkatini çeker, toplanırlar, kendilerine çeki düzen verirler, “Bu kimdir, söyleyin bana dua etsin.” diye yaklaşanlar çok olurdu. Bunu mesela Özbekistan gezisinde de gördük. Şiddetli alkolik, kibrit çaksanız infilak edecek bir kadın “Bizim buralarda böyle yahşi insanlar gözükmez. Bu ne yahşi insandır.” dedi ve kucaklamak istedi. Etkileyici ve beyefendi bir insandı. Güzel bir insan ve güzel bir müslümandı.

Davranışlarında acul hareketler yoktu. Her şeyin bir vakar içerisinde yapılmasını severdi. İbadeti de öyleydi. Aslında ibadetinde sayısal olarak çokluğa bakmazdı. Mesela haftada bir hatim indireyim, iki hatim indireyim gibi bir iddiası yoktu. Musa abim her gün on sayfa Kur'an-ı Kerim okurdu. Bu on sayfayı okurken güzelce abdestini alırdı. Herkes abdest alır ama, o abdest aldıktan sonra güzel süslenir, kokusunu sürer, rahlesini açar, rahlenin üzerine örtülerin en güzelini koyar ve Kur'an-ı Kerim’i büyük bir itina ile, sevgiyle alır, böyle her tarafından sevgi taşarak huşu ile okur ondan sonra Kur'an-ı Kerim’i kapatırdı. Bugün sevdim yirmi sayfa okuyayım da demezdi. On sayfada keserdi. Böyle itidal ve disiplin ehliydi. Ona göre kulluk, zevk ve şevkle îfa edilmeliydi. İfrat ya da tefrite düşmektense, orta yolu izlemek, daha semereli ve daha bereketli olurdu. Bu hal her şey için geçerli bir ölçüydü. Buyururlardı ki:

“İfrattan ve tefritten kaçınmalıyız. Bazen çok ibadet yapana, bu ibadet takatsizlik verir de ikrah hâline düşebilir. Bu sefer azmi, şevki azalır, azı da yapamaz hale gelir. Teenni ile yapılan her işte, hayır beklenir, acele yapılan işlerin de çok zaman sonu gelmez. İtidalli olanlar aynı zamanda sebatkâr olur. Orta hâlli olduğu için, o ufak bir şeyden böyle bırakıp gitmez. Sebat eder. Seyr ü sülûkte de bu böyle. İtidalli hareket edenler, muhakkak hayatının sonuna kadar vazifesini îfâ ederler. Bazıları çok heyecanlı olur, fakat arkası sabun köpüğü gibi gelmeyiverir.”

İbadetlerin hayata aksetmesini isterlerdi. “Çok kimseler zannederler ki mânen terakki etmek, yalnız fazla ibâdetledir. Hayır, hakiki terakki, Cenâb-ı Hakk’ın huzur-i ilâhisinde olduğunu bilerek, sünnet-i seniyye gölgesinde, ne yapılması icap ederse onu yapmaktır. Çok kimseler vardır ki, bunların nâfile ibâdetleri çoktur; fakat helale harama dikkat etmeyip, İslâmî ahlâk ile mütehallik olmaya gayret etmezler. Boş zamanlarını dedikodu, gıybet ile geçirirler. Ellerine ne geçerse mideden aşağı indirirler. Hâlbuki bunlar keşke nâfile ibâdetlerini azaltsalar da ahlâklanma hususunda gayret edip hak-hukuk mevzuunda uyanık olsalar.” derdi.

“Halika ibadet, mahlukatına şefkat” dedim ya, bunlarda gerçekten büyük bir sevgi üzerineydi. “Mahlukatına sevgi duyuyorum, haydi şunu veriver, şu kediyi sevdim.” şeklinde değildi. Onlarla yaşar, onlarla bütünleşirdi. Musa Abim sağlıklı olduğu dönemde, kendisi gider kasaptan ciğer alır, kendisi doğrar, kendisi verirdi. Kedilere isim takmıştı. İsimleriyle tek tek çağırır, onlara elleriyle yedirirdi. Son zamanlarında bunu yapamadığı zaman etrafındakilere, yardımcılarına bunu yaptırırdı. Ama kedilere bakış tarzı da buydu, köpeğe bakış tarzı da buydu. Hele hele insanlara bakış tarzı bunların çok ötesinde bir şeydi. Çok farklıydı.

Sevgi ve irşadın yakından başlaması görüşündeydi. Ondan sonra yakın çevresine olduğunu görüyorum. Bizim ailemize de çok tesir etti. Eşini dostunu yakaladı yol gösterdi. Aynı sevgiyi oradan oraya aktarmaya çalıştı ve aktardı da doğrusu. Bütün aileye, bütün yakınlarına, bütün sevdiklerine o şekilde geçti bu sevgi. Bu bakımdan şimdi Muhterem Osman Hocamızı görünce, Musa abimin en büyük tesirinin O’nun üzerinde olduğunu görüyorum.

Bunların yanında ihvana, yani din kardeşlerine bakış tarzı da çok başkaydı. Mesela ablamdan ve benden bahsederken, “Siz kan kardeşimizsiniz ama öbür kardeşlerimizle müsavisiniz, bir farkınız yok.” derdi. Hatta “Onlar daha üstün' derdi. Sohbetlere gitti mi, o sohbette bulunanların aşkıyla büyük bir sevinç içinde dönerdi. Ve döndükten sonra kendisine büyük bir şevk gelirdi. Sohbete gitmeden önce kendimi şöyle hasta hissediyordum. Kardeşlerle bütünleşip, sevdikten, muhabbet kaynaşmasından sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum.” derdi.

Anadolu’yu, Anadolu insanını çok severdi. Oralara gittiği zaman çok ferahlardı. O gezileri de çok düzenli olurdu. Gittiği yerin yeşilliğiyle, hayvanatıyla ve hepsinin üstünde oranın insanıyla bütünleşirdi. Gündeminde hepsi olurdu. Yani şurada bir odada, otuz kişiyle, üç yüz kişiyle bir sohbet yaptık değildi.

Hizmetin gönül huzuruna vesile olan en önemli vesilelerden biri olduğunu hatırlatarak, sevenlerini mahzun ve yıkık gönülleri yapmaya seferber ederlerdi. Buyururlardı ki:

“Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Farzları îfadan sonra, en mühim ibâdet, mü’min kardeşlerinizin kalplerine, gönüllerine sürûr vermektir”, buyurmaktadır. Bu böyle olunca, yetimlerin, sahipsiz dulların, gözü yaşlı, bağrı yanık ihtiyaç sahiplerinin yardımınna koşup, her hususta yardımcı olarak gönüllerine sürûr vermek, Allahü Teâlâ’ya yakınlıkdır ve en faziletli bir ibâdet ve kulluk vazifesidir.”

Bugünkü hizmetlerin temeli Sami Efendi Babamızın işaretleriyle hep O’nun zamanında atıldı. Yurtdışını hedef gösteren ilk Sami Efendimizdir. Musa Efendimizle Afrika’ya, Pakistan’a, Orta Asya’ya ziyaretlerimiz oldu.  Daha sonra Hüdâyî Vakfı kuruldu. Vakfın kuruluşunda Musa Efendi, Unkapanı’ndaki dükkânını satarak ilk olarak, bu kuruluşun temeli yaptı. Kazasker’deki arsasını kat karşılığı verdi. On dört dairenin parasını da vakfa intikal ettirdi.

Tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kabiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini ifade sadedinde:

“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dinî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Bu kâfi gelir mi? Hayır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tazimle beraber, mahlûkatına şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedakârlık ve samimi bir hizmetle elde edilir. Demek ki her aklı selim sahibi müslümanın, farzları edâ, haramlardan kaçındıktan sonra, dikkat edeceği husus, müslümanlığa, cemiyete, mahlûkata hizmet ve yararlı olmayı benimsemesidir. Sırf Allah Teâlâ’nın rızasını kastederek, bedenî, fikrî ve malî hizmette bulanamayanlar, kâmil mümin olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların mütemmimi ve Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin sünneti seniyyesinden cüzlerdir.” diyerek ikazda bulunurdu.

Elhamdülillah bugün hizmetler çok velüd ve bereketli bir hale geldi. Dünyanın pek çok ülkesinde yardım faaliyetleriyle beraber eğitim ve irşad hizmetleri de yapılıyor. Musa abimi en çok sevindiren şey, yetişmiş insan görmekti. Manevîyata kendini vermiş edep ehli kardeşlerle beraber olmak, ona büyük bir haz verirdi. Hatta zaman zaman “Bize hizmet adına bol bol binalar gösteriyorlar. Bunlar da belki güzel şeyler; ama biz esas yetişmiş insan görmek istiyoruz.” diyerek yakındıkları olurdu. Zira ona göre, kâmil bir insanın yerini hiçbir şey tutamazdı.

 

Altınoluk: Efendim istifadeli bir sohbet oldu, çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun.

A. Topbaş: Allah sizlerden de razı olsun. Cenâb-ı Allah bizleri cennetinde buluştursun.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle