Şeyh Sâdî (r. a.) -13

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir adam, sakat ve kötürüm bir tilki görmüş. Bakmış ki hayvancağızın ne eli var, ne de ayağı, fakat hayâtiyetini devam ettiriyor. Cenâb-ı Allâh’ın bu lûtfuna hayret etmiş ve:

«Bu hayvan ne yer, ne içer, nasıl geçinir?» diye düşünmüş.

Tam bu sırada, çakal avlamış olan bir aslan oradan geçmiş. Aslan, çakalı yemiş, doymuş; bırakıp gittiği artığını da tilki yemiş, o da doymuş.

Adam başka bir gün, başka bir vesîleyle tilkinin yine karnının doyduğunu görünce şöyle demiş:

«Mâdemki tilkinin rızkı ayağına kadar geldi; o hâlde zahmete girip karınca gibi çalışmama ne lüzum var? Gidip bir köşede oturur, rızkımı beklerim. Allah kısmet etmezse aslan bile nasîbini bulamaz.»

Adamcağız bekledi durdu. Ne gelen var, ne giden. Ne bir tanıdığı uğradı, ne de bir yabancı. Zayıflayıp bir deri bir kemik kaldı. Sabrı tükendi, aklı fikri karıştı. Nihâyet, kaldığı mescidin mihrâbından şöyle bir ses işitti:

«Ey yanlış düşünceli, gâfil adam! Kendini sakat ve kötürüm tilki yerine koyma! Kalk git, aslan gibi yırtıcı ol. Öyle çalış ki aslan gibi senden de artık kalsın. Âciz tilki gibi artık yeme. Aslan gibi ensesi kalın iken, çaresiz kalmış tilki gibi oturan adamdan köpek daha iyidir.

Çalış, rızkını kazan. Hem kendin ye, hem de başkalarına yedir. Başkasının artığına göz koyma. Kolunun kuvvetiyle gayret göstererek nasîbini elde et ve başkalarını da rahat ettir. Âcizler gibi şunun bunun eline bakma.

Ey genç! Kendini düşürüp de «Aman elimden tutun!» deyip dilenme. Aksine, ihtiyar fakirin elinden sen tut.”

[Yüce dînimiz İslâm, insanı “mükerrem” addeder. İslâm ahlâkının birçok kâidesi de, insanın bu yüksek kıymet ve şerefini muhafazaya hizmet eder. Meselâ İslâm, ölüm tehlikesi gibi zarûretler olmadıkça insanı, haysiyet kırıcı bir davranış olan dilenmekten, başkalarına el açmaktan men eder. Hâle rızâyı, sabrı, kanaati ve müstağnî kalmayı teşvik eder.

Nitekim bu düsturlara samimiyetle riâyet eden ecdâdımız Osmanlı’ya Avrupalı seyyah ve sefirler, “fakiri olsa da dilencisiz memleket” demişlerdir.

Yine İslâm, çalışıp elinin emeğiyle geçinmeyi, veren elin alan elden üstün olduğunu telkin eder.[1]

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyerek, mescidde oturup, gelen gidenin sadakasıyla geçinmeyi alışkanlık hâline getirenleri; “Siz teekkül ehlisiniz! (Hazır yiyicilersiniz!)” diyerek azarlamış ve onları dağıtmıştır.[2]

Zira gerçek bir tevekkül, öncesinde samimî bir gayret, emek, azim ve tedbirin bulunduğu bir kalp amelidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…(Bir iş hususunda) karar verip azmettin mi, artık Allâh’a dayanıp güven…” (Âl-i İmrân, 159) buyrularak, tevekkülden önce azmin gerekli olduğu beyân edilmektedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tedbirsiz tevekkülü yasaklamıştır.

Bir bedevî:

“–Yâ Rasûlâllah! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum!” dediğinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Önce deveni bağla; ondan sonra tevekkül et!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 60)

Velhâsıl müʼmin dâimâ; “Bâr olma, yâr ol!” düstûruna uymalıdır. Yani gücü-kuvveti yerindeyken başkalarının yükünü hafifleten bir dost olmalı, fakat dostlarına bile yük olmamaya gayret etmelidir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“İyi huylu ve kimseyi incitmeyen bir çavuşbaşı, kalp kıran bir din adamından daha iyidir.”

[İslâm’ın özü ve rûhu; îtikatta tevhîd, amelde ise edep ve nezâkettir. Beşerî münâsebetlerde nezâket, zarâfet ve âdâb-ı muâşereti gözetmeyen, bilâkis kaba-saba hâl ve tavırlar sergileyen bir insanın, ne kadar ibadeti olursa olsun, sâlih bir müʼmin olduğu söylenemez. Esasen böyle bir vaziyet, ibadetlerin de hakikî mânâ ve özünden uzaklığın alâmetidir.

Nitekim bir adam, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe;

“−Ey Allâhʼın Rasûlü! Falanca kadın; çokça nâfile namaz kılması, nâfile oruç tutması, gayreti ve sadaka vermesiyle bilinir. Fakat o kadın, diliyle komşularına eziyet eder!” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–O kadında hayır yoktur! O kadın Cehennem ehlindendir!” buyurdu.

Adam devamla; farz ibadetlerini yerine getiren, nâfile ibadetleri fazla olmasa da muâmelât ve muâşereti çok iyi olan, diliyle komşularına hiç eziyet etmeyen bir kadını sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–O kadın, Cennet ehlindendir!” buyurdu. (Ahmed, II, 440)

Peygamber Efendimizʼin verdiği bu ölçüyü, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın şu tavsiyelerinde de görüyoruz:

Bir kimse Hazret-i Ömerʼin yanında başka birini övüyordu. Hazret-i Ömer ona, insanın gerçek yüzünü ortaya çıkaran üç husus sordu:

“–Sen onunla hiç komşulukyolculuk veya ticaret yaptın mı?”

Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:

“–Zannedersem, sen sadece onun câmide Kur’ân okurken boyun büküp başını salladığını gördün!” dedi.

Adamın:

“–Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm buydu.” ifadesi üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–O hâlde onu fazla övme! Zira ihlâs, kulun boynunda değildir.” buyurdu.

Velhâsıl İslâm; îtikâdıyla, ibadetiyle, muâmelâtıyla, ahlâkıyla, muâşeretiyle bir bütündür. Bunların hepsi birbirinin tamamlayıcısıdır. Dolayısıyla bunların birine ehemmiyet verip diğerlerini ihmal etmek doğru olmaz.

Müʼmin, ibadetlerine titizlik gösterdiği gibi, beşerî münâsebetlerinde nezâket ve zarâfete, güleryüzlü ve tatlı dilli olmaya da dikkat etmeli, insanlarla hoş geçinmelidir. Kimseyi incitmeyip kimseden incinmemeye gayret etmelidir. Kendisini incitenleri de Allâh’ın affını umarak affedip geçmelidir. Sevindirmekle sevinen, girdiği her yere huzur getiren bir rahmet insanı olmaya çalışmalıdır.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Baba mirası istiyorsan, babanın ilmine (irfânına, güzel ahlâkına) vâris ol. Çünkü onun miras olarak bıraktığı mal, on günde harcanabilir.”

[Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bir gün Medîne çarşısına uğramıştı. Bir kenarda durdu ve:

“–Ey çarşı ahâlisi! Sizler ne kadar da nasipsizsiniz!” dedi.

“–Niçin ey Ebû Hüreyre?” diye sordular.

“–İşte şurada Allah Rasûlü’nün mirası taksim ediliyor, siz ise burada duruyorsunuz. Gidip siz de ondan nasîbinizi alsanıza!” dedi.

Çarşı ahâlisi:

“–Bu taksim işi nerede yapılıyor?” diye sordular. O da:

“–Mescid’de.” dedi.

Koşarak gittiler. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- orada durdu ve gidenlerin dönüşünü bekledi. Geldiklerinde:

“–Ne yaptınız?” diye sordu.

“–Mescid’e gittik, ama orada taksim edilen bir şey göremedik.” dediler.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:

“–Mescid’de hiç kimseyi görmediniz mi?” diye sorunca;

“–Evet, bazıları namaz kılıyordu, bazıları Kur’ân okuyordu, bazıları da helâl ve haram konularını müzâkere ediyordu.” dediler.

Bunun üzerine Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:

“–Yazık size, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin mîrâsı da zâten bunlardan başkası değildir!” dedi. (Heysemî, I, 123-124)

Peygamberler ümmetlerine îmânı, takvâyı, ilmi, irfânı, güzel ahlâkı miras bıraktıkları gibi, bir anne-babanın evlâtlarına bırakabileceği en kıymetli ve en hayırlı miras da;

‒İslâm şahsiyet ve karakteridir.

‒Başta namaz olmak üzere, ibadet şuurudur.

‒Güzel bir mânevî terbiyedir.

Evlâtlarına bu ulvî hazineleri miras bırakabilen anne-babalar, ömürlük bir teşekküre lâyıktırlar. Ayrıca bir anne-baba için en büyük zenginlik ve saâdet de, arkalarında kendilerine hayruʼl-halef ve sadaka-i câriye olacak evlâtlar bırakabilmektir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir seyyar satıcı, tablasına şeker kamışı koyar, sağda solda gezerek satardı. Yolunun üzerinde bir muhterem zâta rastladı ve ona dedi ki:

«‒Efendi Hazretleri! Alınız, paranız olduğunda verirsiniz.»

O muhterem zât ise ona, göz üzerine yazılmaya değer şu güzel cevâbı verdi:

«‒Sen paran için sabırsızlık gösterirsen, sana sözüm geçmez. Fakat şeker kamışına sabretmek için kendime sözüm geçer.»

Arkasından acı bir alacak dâvası çıkacak olan şeker kamışının tadı olmaz.”

[Günümüzün en mühim problemlerinden biri de “tüketim çılgınlığı”dır. Zira kapitalist, liberalist ve materyalist zihniyetin mahsulü olan ekonomik sistemler; hâkim oldukları medya, moda ve reklâm gücünü de kullanarak, insanların şuur altına dâimâ;

“‒Daha fazlasına sahip olmalısın, daha çok tüketmelisin! Tüketebildiğin kadar mutlu olabilirsin!..” şeklinde, ruhları zehirleyen, nice ocakları söndüren yanlış düşünceleri zerk etmeye çalışıyorlar.

Mânevî olgunluktan mahrum nice insan, nefsânî arzularının sürekli tahrik edilmesi neticesinde, hiçbir nîmeti kendisi için kâfî görmeyip kanaatsizlik girdabına kapılıyor. Yeryüzündeki milyonlarca mahrumun hayallerini süsleyen nîmetlere gark olmuş bulunsalar da, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli moda ve reklâmların aldatıcı telkinlerine kandıkları için; büyük bir tatminsizlik, iç sıkıntısı, stres, hattâ depresyon yaşıyorlar. Rûhî buhranlara sürüklenmekten kurtulamıyorlar.

Bu hususta mü’min son derece uyanık ve dikkatli olmalı, irâdesine sahip çıkmalıdır.

‒Kendisini, ailesini ve sevdiklerini, küresel şer çetelerinin gönüllü bir esiri durumuna düşmekten korumalıdır.

‒Moda ve reklâmlarla şişirilip köpürtülen, üstelik çoğu zaman da soykırımcı siyonistleri destekleyen firmaların pahalı ürünlerini, ihtiyaç listesine aslâ koymamalıdır.

‒Reklâmlarla kendisine dayatılan ürünlere gerçekten ihtiyacı olup olmadığına; îman firâsetiyle, hür irâdesiyle, akıl, iz’an, insaf ve vicdanıyla karar vermelidir.

‒Günümüzdeki gibi ümmetin mazlumları binbir çile çemberinden geçerken, Gazzeʼde din kardeşlerimiz için bir kap yemek bulabilmek, artık bir hayat-memat meselesi hâline gelmişken; bir müʼmin kendine toplumdaki gâfilleri örnek alarak, hayat standartlarını yükseltme yarışına girmekten hayâ etmelidir.

Unutmayalım ki Allah Teâlâʼnın bizlere örnek nesil olarak takdim edip tâbî olmamızı istediği Muhâcirler ve Ensâr, İslâm fetihleriyle zenginleştikleri zaman bile, evlerinin geometrisini, dekorunu, tüketim tarzlarını çok fazla değiştirmediler. Yıllar boyunca gayr-i irâdî mâruz kalarak sabrettikleri fakr u zarûretten sonra, bolluk ve servetle imtihan edildikleri zaman, bu defa da irâdî olarak kifâyet miktarıyla yetinmeyi tercih ettiler. İhtiyaç fazlası imkânlarını, kendilerini âhirette karşılamak üzere infâk ettiler.

Bu itibarla yüce dînimiz İslâm; “İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!” şeklindeki liberal bir anlayışı aslâ kabul etmez. Kazanmaya da tüketmeye de ölçüler getirir.

Meselâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:

“–O nedir?” diye sormuş, Câbir -radıyallâhu anh- da:

“–Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır.” demişti.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu îkazda bulundu:

“–Her canının çektiği şeyi satın alır mısın? Yoksa sen, «…Siz dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz…» (el-Ahkāf, 20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun?!” (İbn-i Hanbel, Zühd, s. 124)

Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” buyrulmaktadır. (İbn-i Mâce, Et‘ime, 51)

Bütün bunlar da, çok kazanmanın insana çok harcama hakkı vermediğini veya çok imkâna sahip olmanın çok tüketmeyi meşrû kılmadığını açıkça ifade etmektedir.

Velhâsıl, kazandığından fazlasını tüketme yolunda nefislerin sürekli kamçılandığı, kredi kartlarıyla harcama imkânlarının alabildiğine kolaylaştırıldığı, dışarıdan yemek sipariş etmekten âdeta evlerde mutfak kültürünün kalmadığı günümüzde; nefislerin dizginlerini sıkı tutmak, hırs, haset, özenti ve tamahtan sakınmak, çok daha mühim bir hâle gelmiştir.

“Onda var, bende niye olmasın?” diyerek, aslında muhtaç olmadığı varlıklara bile sahip olabilmek için borç ve fâiz batağına düşmektense, nefsine sahip olup elindekine kanaat etmek, bir müʼmin için en doğru tercihtir. Elde olmayana hasret duymaktansa, eldekine şükretmek, en akıllıca davranıştır.

Nitekim bu hususta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gönül huzurunun reçetesi mâhiyetinde olan, çok kıymetli bir tavsiyede bulunmuştur:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâhʼın size lûtfettiği nîmetleri hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Eğer namusuma halel gelmesin diyorsan, başkasının namusuna yan gözle bakma!”

[Yeni müslüman olmuş fakat İslâm’ın hükümlerini henüz tam mânâsıyla idrâk edememiş bir genç, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına giderek, zinâ hususunda kendisine müsaade vermesini istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o gence, yapmayı düşündüğü çirkin fiilin -başta annesi olmak üzere- aile ve akrabalarının kadınlarına yapılmasını isteyip istemeyeceğini sordu. Genç:

“–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin; hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!” cevâbını verdi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Diğer insanlar da böyle bir şeyi (kendi yakınları için) istemezler.” buyurdu.

Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini gencin üzerine koyup;

«Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!» diye duâ etti.

Genç, bundan sonra o günaha aslâ tenezzül etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

Bir Arap vecîzesinde; “مَنْ دَقَّ دُقَّ” denilmektedir. Yani kişi yaptığının karşılığını bulur. Dolayısıyla, bu etme-bulma dünyasında bizler başkalarından nasıl muâmele görmek istiyorsak, onlara da o şekilde davranmalıyız.

Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Siz yabancı (nâmahrem) kadınlara karşı iffetli olun ki sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar…” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170/7258)

Bilhassa tesettür hassasiyetinin zayıfladığı, açılıp saçılmanın çoğaldığı, ruhlara zehir saçan nefsânî vitrinlerin, şeytânî ekranların ve süflî manzaraların her yanı sardığı günümüzde, gözü ve gönlü haramlardan koruyabilmek, çok daha büyük bir titizlik gerektiriyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- EfendimizHazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a hitâben şöyle buyurmuştur:

“Ey Ali, âniden bir haramı gördüğünde dönüp tekrar bakma! Zira ilk bakış, senin (için affedilmiş)tir, ancak ikinci bakış aleyhinedir (günahtır).” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42-43/2149; Tirmizî, Edeb, 28/2777)

Yani bakılması haram bir şeye gayr-i irâdî / istemeden gözümüz ilişirse, bu ilk bakış mâzur görülür. Fakat irâdî olarak, yani bilerek ve isteyerek bakışı devam ettirmek haramdır.

Bu hususta bir misal zikredecek olursak; meselâ her arabada bir plaka vardır. Lâkin bir yolda karşıdan karşıya geçmek için bekleyen yayalar, herhangi bir trafik kazâsına mâruz kalmamak için, arabalara dikkatle baksalar da onların plakalarını okuyacak derecede nazarlarını derinleştirmezler.

Bunun gibi, bizler de haramların câzibelerine karşı takvâ zırhına bürünmeli, gayr-i irâdî gözümüze çarpan haramlardan da derhâl yüz çevirmeliyiz.

Ayrıca haramlardan sakınma hususunda gösterilecek hassâsiyetin, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını celbeden bir sâlih amel olduğunu unutmamalıyız. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

“Harama bakış, iblisin zehirli oklarından bir oktur. Her kim Allah korkusu sebebiyle onu terk ederse, Yüce Allah bu davranışına karşılık ona, kalbinde tadını hissedeceği bir îman (lezzeti) bahşeder.” (Hâkim, IV, 349/7875; Heysemî, VIII, 63)]

Cenâb-ı Hak, his ve fikirlerimizi, hâl ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin. Râzı olduğu istikâmette bir kulluk hayatı yaşayıp yine kendilerinden râzı olduğu sâlih kullarının arasına katılmayı, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Müslim, Zekât, 97; Tirmizî, Zühd, 32.

[2] Bkz. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül, s. 45, thk. Câsim Süleyman el-Füheyd ed-Devserî, Beyrut 1407/1987.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle