Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî (r.a.) - 12

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Zengin fakat aynı zamanda hasis/cimri bir adamın çocuğu hastalandı. Onun iyiliğini isteyenler dediler ki:

«‒Ya bir hatim indir yahut da bir kurban kes ki hasta çocuğuna Cenâb-ı Hak şifâlar ihsan buyursun.»

O cimri adam biraz düşündükten sonra dedi ki:

«‒Mushaf burada hazırdır. Hemen hatim indirilebilir. Kurban kesmek işine gelince, sürü uzaktadır.»

Bir ârif bu sözü işitti ve şöyle dedi:

«Hatim indirme işi, bir dil işidir; dilden çıkacaktır. Kurban parası olan altın ise, cimrinin canının ortasından çıkar.»

Yalnız ibadet neye yarar? İbadetin yanında kerem ve ihsan da lâzımdır.

Allah yolunda bir altın vermeleri lâzım gelse, çamura batmış merkep gibi âcizleşiyorlar. Ama Fâtiha okumaya gelince, yüz defa okurlar.”

[Dünya yatırımlarına harcarken son derece istekli ve cömert davranıp azıcık bir ukbâ yatırımında eli titremek, yahut bedenî ibadetlerde gayretli olup da mâlî ibadetlerde ihmâlkârlık göstermek, îman zaafının alâmetleridir.

Müfessir Elmalılı, Mâûn Sûresi’nde bahsedilen “namazından gaflet edenler”in muhtevâsında kimlerin bulunduğuna dâir, şu îzahı yapar:

“…Kıldıkları birkaç vakit namaza aldanarak, din ondan ibaretmiş gibi, sâir ibadet ve ubûdiyet vazifelerini yapmayanlar da buna dâhil olur...

Kur’ân’da îmandan sonra sâlih amellerin esâsı olmak üzere namaz ve zekât beraber zikrolunagelmiştir…

Dindar geçinen birtakım kimseler vardır ki namaz kılmakla bütün dînî vazifelerini îfâ ettiklerini zannederek yanılırlar. Zekât gibi diğer vazifelere ehemmiyet vermez, bundan kaçınırlar.

Allah için istemekten hoşlanırlar da Allah için cüz’î bir şey vermekten, Allâh’ın kullarına yardım etmekten ve Allâh’ın emirlerinin îfâsı için lâzım gelen masraflara güçleri yettiği kadar iştirâk etmekten uzak dururlar…

Allah için yardım borçlarını vermekten bile sakınan kimseler de namazın mânâsından, nehy ü tezkîrinden (yasaklayıp îkaz ettiği hususlardan) gaflet ederek, namazlarında sehvetmiş (yanılmış) olurlar.[1]

Dolayısıyla, imkânı olduğu hâlde Allah yolunda yeterince cömert davranmayan bir kul, esâsında diğer ibadetlerin de mânâ ve rûhundan uzak kalmış demektir.

Dînen zengin sayılan ve şartlarını hâiz olan her müslümana vâcip[2] hükmünde bulunan kurban ibadeti de tıpkı zekât, hac ve sadaka gibi, bir yönüyle mâlî bir ibadettir. Durumu müsait olan bir müslümanın, mâlî ibadetlerde cimrilik göstermesi aslâ tasvip edilemez. Hele de günümüzdeki gibi ümmetin muhtaç ve muzdariplerinin sesli ve sessiz feryatları Arş’ı titretirken…

Asr-ı saâdette, Kurban Bayramı yaklaştığı bir sırada, bedevîlerden ihtiyaç içinde bir topluluk Medîne-i Münevvereʼye gelmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kurban etlerinin üç günden fazla saklanmayıp dağıtılmasını istedi.

Daha sonra maddî imkânlar artınca, bu mecbûriyeti kaldırdı. Fakat müslümanların birbirleriyle yardımlaşmasını ve fakirleri gözetmesini de teşvik etti. (Müslim, Edâhî, 28, 34; Ebû Dâvûd, Edâhî, 9-10/2812)

Günümüz İslâm âlemine de -maalesef- benzeri bir fakr u zarûret manzarası hâkim. Açlığın ve bin bir türlü mahrumiyetin pençesinde ölümle burun buruna gelmiş, zulüm altında inleyen kardeşlerimiz var.

Rasûlullah Efendimiz;

“Cebrâîl u bana komşuya iyilik etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mîrasçı kılacak zannettim.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141)

Düşünmeliyiz ki bugün ulaşım ve haberleşme imkânlarının ço-ğalması neticesinde âdeta Dünya küçüldü, uzaklar yakın oldu. Dünyaʼnın öbür ucunda da olsa, ulaşabildiğimiz bütün din kardeşlerimizle âdeta komşu olduk. Bugün, bu şartların doğurduğu vazife ve mesʼûliyetlerimizin de farkında olmalıyız.

Bu meyanda; tarihin gördüğü en acımasız katliamlardan birine mâruz kalan Gazze, Batı Şerîa, iç ve dış savaşlarla yorulup yıpranmış Suriye, Lübnan, Sudan gibi ihtiyacın had safhada olduğu mazlum coğrafyalarda ve bütün yeryüzünde din kardeşlerimiz kurban vesîlesiyle de İslâm kardeşliğinin tezâhürünü hasret içinde bekliyorlar.

Unutmayalım ki onların bizim yardımlarımıza ihtiyacından daha fazla, bizim onların gıyâbî duâlarına ihtiyacımız var. Onların yüzündeki ufacık bir tebessümün, bizler için en kıymetli bayram tebriği olacağı muhakkaktır.

Bu sebeple yurt içindekine ilâveten, yurt dışındaki din kardeşlerimiz için “kurban” vesîlesiyle açılmış olan gönül seferberliğine de imkânlarımız ölçüsünde katılmayı ihmâl etmeyelim.

Yine unutmayalım ki bizler o mazlum kardeşlerimizin yerinde olabilirdik, onlar da bizim yerimizde olabilirlerdi. Bulunduğumuz coğrafyanın dört bir yanında uzun zamandır savaşlar, çatışmalar, fitne ve fesat eksik olmazken; bizler âdeta çöldeki bir vaha gibi olan aziz vatanımızda Allâhʼın lûtf u keremiyle huzur içinde yaşayabiliyoruz. Bu nîmetin de şükründen âciziz.

Cenâb-ı Hak;

“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden mutlakâ hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Yani Rabbimiz bize ne imkân verdiyse hepsi ayrı birer imtihan sebebi. Hayat, bir imtihan müddeti; dünya, bir imtihan sahası; hayatın med-cezirleri de birer imtihan suâli. Allah Teâlâ her an ve her vesîleyle îmanlarımızı teste tâbî tutuyor.

Bu imtihanları geçebilmek için, üzerimizdeki nîmetlerin bir şükrânesi olarak, o nîmetlerden mahrum kalan ümmetin dertleriyle dertlenmeliyiz. Ne imkânımız varsa paylaşarak onların mahzun, yorgun ve yaralı gönüllerini bir nebze olsun tesellî etmeli; kalbî, kavlî ve fiilî duâlarımızla yanlarında olduğumuzu hissettirmeliyiz.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Çok hayır işledim diye övünme!.. Bahçıvanın padişaha takdim ettiği meyve, yine padişahın bahçesindendir.”

 [Rabbimizʼin mülkünde yaşıyor, yine Oʼnun nîmetleri ile rızıklanıyoruz.

Mevlânâ Hazretleri;

“Irmak kıyısında oturup da bir bardak suyu esirgeyen, o koskoca ırmağı görmeyen kör biridir.” dediği gibi, Allah için maddî imkânlarından hiçbir fedakârlıkta bulunmayan, cimrilik ederek “para ile imtihan”ında sınıfta kalan bir müslüman, evvelâ kendine şunu sormalı:

“Kimin malını kimden esirgiyorsun?!”

Hâlbuki “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ : Mülk Allâhʼındır.

İnsanların mâlikiyeti/sahipliği, günümüzde yeni îcad edilen bir nevî “devre-mülk” mesâbesindedir.

Yunus Emre g bu hakîkati ne güzel hulâsa ediyor:

Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?!

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!..

İnsan, mülkün gerçek sahibi olan Allâh’ın bir emânetçisidir. Bir müddet mülk üzerinde tasarrufta bulunduktan sonra, ardında bıraktığı o nîmetlerden dolayı hesaba çekilecek olan, bir nevî veznedar hükmündedir.

Nasıl ki bir veznedarın, kendisine emânet edilen varlığa gönlünü kaptırıp onu canının istediği gibi kullanması söz konusu olamaz ise müʼmin de kendisine takdir edilmiş bulunan mülkü, onun hakikî sahibinin rızâsı istikâmetinde kullanmakla mükelleftir.

Yani bizler, bu dünyaya sahip olmaya değil, şâhid olmaya geldik. Fânî dünya metâlarını biriktirmek için değil, Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi ve dîninin temsilcisi olarak âhiretimizi kazanmak için geldik. Dolayısıyla dünya nîmetlerini de îmânımıza şâhit kılmamız gerekir. Bunun için evvelâ, servete “mülkiyet” nazarıyla değil, “emânet” ve “imtihan” nazarıyla bakmamız îcâb eder.

Şunu da unutmayalım ki zekât, sadaka, hac ve kurban gibi mâlî ciheti de bulunan ibadetler, hep Cenâb-ı Hakkʼın kuluna ihsân ettiklerinin cüzʼî bir kısmını, bir şükür ifadesi olarak yine Oʼna takdimden ibarettir.

Müʼmin düşünecek:

Hakîkatte can kimin, mal kimin? Canı veren kim, malı veren kim? Esâsen kulun kendine ait hiçbir şeyi yoktur ki Rabbine takdim edebilsin. Kulun bütün sermayesi yokluktur, hiçliktir. Onu yoktan var eden, nîmetleriyle perverde kılan, hep Cenâb-ı Hak’tır. Sahibi olduğumuzu zannettiğimiz bütün imkânlar, Rabbimiz’in belli bir süreliğine imtihan olunmamız için verdiği emânetlerden ibarettir.

Dolayısıyla, infâk eden bir kul, aslında Allâh’ın ihsân ettiği bir nîmeti, yine Allah için elinden çıkarmış olmaktadır.[3]

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın kullarına karşı lûtuf, kerem ve merhametinin büyüklüğüne bakın ki, zâten kendisinin olan mülkün cüz’î bir kısmının, yine rızâsı yolunda sarf edilmesine, muazzam ecirler bahşediyor.

Şunu da hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bütün nîmetler, O’nun sonsuz hazinesine aittir. O’na hamd, şükür, muhabbet ve sadâkatle kulluk etmeye bizim ihtiyacımız vardır.

Meselâ kurban kesiyoruz, fakat onun etini Rabbimiz yine biz kullarına rızık olarak ikram ediyor. Belli bir kısmını da yine muhtaç kullarına infâk etmemizi emir buyuruyor. Emrine itaatteki ihlâs ve takvâmız nisbetinde de büyük bir ibadet ecri ihsân ediyor. Kurban vesîlesiyle yapılan ikramlar, toplumlara rahmet vesîlesi oluyor, dünyevî ve uhrevî huzur ve saâdet olarak kullara geri dönüyor.

Yani bütün ibadetlerin, Allah yolunda yapılan her türlü gayret ve fedakârlığın faydası, yine kullaradır. Bu bakımdan ibadet etmeye kulun ihtiyacı vardır. Allah Teâlâ ise hiçbir şeye muhtaç değildir, bilâkis her şey mutlak sûrette O’na muhtaçtır. Nitekim âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ey insanlar! Allâhʼa muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 15)

Hadîs-i kudsîde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en takvâ sahibi bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu hâl) Ben’im mülküme hiçbir şey katmaz.

Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en fâsık bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu hâl) Ben’im mülkümden hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Bir, 55 / h. nmr: 2577)

Bunun içindir ki Hak dostları, Allah için candan ve maldan yaptıkları fedakârlıkları, bir “hiç” hükmünde görürler. Onlar, canlarını bile verseler, yine de Allah için bir şey yapabildikleri hissine kapılmazlar. Zira bilirler ki bir hayır işleyen, cömertlikte bulunan, iyilik yapan kimse; aslında bütün bunları kendisi lehine yapmış olmaktadır.

Dolayısıyla, zâten Allâh’ın olanı, yine Allâh’a takdimden ibaret olan kurban ve infak gibi ibadetler, sembolik bir mânâ taşır. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Onların (kurbanların) ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hacc, 37)

Kurban “yakınlık” demektir. Allâhʼa yakınlık da takvâ sırrına bağlıdır. Yani kalpteki Allâhʼın rızâsını kaybetme endişesi ve Oʼnun gazabına dûçâr olma korkusu hangi seviyede ise, yine ilâhî emirlere itaat hassâsiyeti ne kadarsa, kulun takvâsı ve dolayısıyla Hakkʼa yakınlığı da o kadardır.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyruluyor.

Kurbandan maksat, kurbettir / Hakk’a yakınlıktır. Bu uğurdaki takvâ imtihanlarını, ilâhî emirlere cân u gönülden itaat ve teslîmiyet göstererek kazanabilmektir.

Zira Cenâb-ı Hak, mâlî bir ibadet olan kurbanla gönülleri test ediyor, fedakârlık imtihanından geçiriyor.

Hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kābil, Allâh’a birer kurban adamışlardı. O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu mallar, bir dağ başına konulur, bir müddet sonra gidilip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurbanın, Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmiş olduğu anlaşılırdı.

Sâlih ve müttakî bir kul olan Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Hâbil, kurbanlık olarak, sürülerinin içinden en semiz ve gösterişli olan bir koç seçti. Kābil ise, ziraatle meşguldü. Fakat gözünü ve gönlünü hırs ve haset bürümüş olduğundan, o gaflet içinde gidip cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurbanlık diye ayırdı.

Hâbil ile Kābil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkîk etmek için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koçun kabul edilmiş olduğunu; Kābil’in cılız buğday demetinin ise bıraktığı gibi durduğunu gördüler. (İbn-i Sa‘d, I, 36)

Cenâb-ı Hak, rızâsı uğrunda yapılacak fedakârlıkların nasıl olması gerektiğini beyan sadedinde:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (yani îman, amel ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Demek ki kurbandan maksat, gönüldeki Allah için fedakârlık duygusunun güzelce izhâr edilmesidir. Bu ise sadece Kurban bayramına mahsus değildir; hayatın her safhasında Kābil’in cimriliğinden sakınıp Hâbil gibi cömert gönüllü olmamız îcâb eder. Zira Allah imkân lûtfettiği hâlde hayra harcamayıp cimrilik etmek, büyük bir gaflettir, âdeta kalp körlüğüdür.

Hasan-ı Basrî zengin fakat cimri bir adamla karşılaşmıştı. Adam ona:

“–Binlerce altınım var; ne bir kötü kimseye fidye olarak verdim, ne de bir fazîlet sahibine ikram ettim. Bu konuda ne buyurursun?” dedi.

Hasan-ı Basrî:

“–İyi de bunu neden yaptın?” diye sordu. Adam:

“–Zamanın âniden getirdikleri, sultânın zulmü, dünyanın bin bir türlü musîbetleri ve fakirlik korkusu sebebiyle.” dedi.

Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle dedi:

“–O hâlde, (bu malı) seni övmeyecek olana bırakıyor ve hâlini mâzur görmeyecek olana döndürülüyorsun!” (Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/796)]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bilmiş ol ki nerede gül varsa orada diken de vardır…

Define bulunan mahalde yılan, inci bulunan yerde de timsah bulunur.

Dünya hayatının lezzetinin arkasında ecel lokması vardır.

Cennet nîmetlerinin önünde, hîlekâr şeytan bir duvar gibi dikilmiştir.”

[Rasûlullah  Efendimiz:

“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle (yani amel-i sâlihlerle); Cehennem ise, nefse hoş gelen ve nefsin arzuladığı şeylerle (yani nefsâniyeti tahrik eden günahlarla) çevrilmiştir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikāk, 28; Müslim, Cennet, 1)

Dolayısıyla müʼmin, nefsânî arzulara, yani dışı parlak, içi çürük meyvelere tâlip olmaktan sakınmalı; dâimâ zahmetler içindeki rahmeti görebilecek firâset ve basîrete sahip olmalıdır.

İnsan, çilelere sabredip tahammül göstererek tezkiye olur, mânen seviye kazanır. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’ın en çok sevdiği kullar, hayatta en ağır çilelerle yoğrularak olgunlaşmış kimselerdir. Bunun içindir ki Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle buyurur:

“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm!”

Büyük zaferler ve muvaffakıyetler, hep büyük çilelerin ve fedakârlıkların ardından gelir.

İbrahim, Allah için ateşe atılmaya râzı oldu; zâlim Nemrud’un dağ gibi ateşi onun için serin ve selâmet bir gülistana dönüştü. Oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeyi göze aldı; Cenâb-ı Hak ona hem oğlunu bağışladı, hem de onu “Ebûʼl-Enbiyâ / Peygamberler babası” eyledi. Oğlu İsmail ile Kâbeʼyi inşâ etme şerefine erdirdi.

İsmail  de Cenâb-ı Hakk’ın emrine candan teslîmiyet göstererek bıçağın önüne boynunu uzattı, yani kurban olmayı göze aldı; ona da Cennetʼten bir kurbanlık indirildi. Babası İbrahim u ile Kâbeʼyi yeniden inşâ etti. Allâhʼın Habîbi Muhammed Mustafa r Efendimizʼin mübârek ceddi olmakla şereflendi.

Onların fedakârlık hâtıraları, kıyamete kadar gelecek müʼminlere “Kurban Bayramı” olarak ihsân edildi.

Ecdâdımız da 400 çadırlık bir aşiret iken, aynı sırra riâyet ederek, yani Allah yolundaki külfetleri nîmet, cefâyı safâ, zahmetleri rahmet bilerek, kısa sürede 24 milyon kilometrekarelik, ihtişamlı bir cihan devleti inşâ etti. Şanlı zaferlere hep Allah yolunda candan ve maldan fedakârlıkla, ten rahatından ferâgat ile, çileye tâlip olmakla erişildi.

I. Murad Han, Cennet gibi Bursaʼnın rahatını bırakıp îlâ-yı kelimetullah / Allâhʼın dînini yüceltme dâvâsı uğruna Kosovaʼya gitti. Düşmanla cenge girmeden evvel, samimî gözyaşları içinde Cenâb-ı Hakkʼa yalvardı:

“Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lûtfet ki bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurban olsun!..”  

Murad Hânʼın bu içli duâsı müstecâb oldu. Cenâb-ı Hak hem müʼminlere bayram olan bir zafer nasîb etti, hem de canını her dâim Allah yolunda kurban bilen Murad kulunu, şehâdet mertebesine erdirdi.

Fâtihʼin askerleri, Bizansʼın ok yağmurları ve kızgın yağları altında surlara tırmanırlarken, Peygamber Efendimizʼin müjdesine nâil olabilmenin şevk ve heyecanı içinde;

“‒Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyor, îman vecdiyle canlarından geçerek şehâdete koşuyorlardı.

Mehmed Âkif’in mısrâlarında dile getirdiği gibi:

Zannetme ki ecdâdın asırlarca uyurdu,

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?!

Üç kıt’ada yer yer kanayan izleri şâhid,

Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücâhid!..

Velhâsıl Allah yolunda fedakârca gayret etmek, îmânın en büyük alâmetidir. Gerçek zaferler ve bayramlar da, bu nevî gayretlerin daha bu dünyadaki mükâfâtıdır. Nasıl ki Ramazan bayramı, takvâ üzere ihyâ edilen bir ayın ardından verilen mânevî bir şehâdetnâme ise, Kurban bayramı da Allah için yapılan fedakârlıkların bir şehâdetnâmesidir.

İslâm âlemi olarak, bilhassa son yıllarda, hüzün ve sevincin birbirine karıştığı, buruk ve mahzun bayramlar yaşıyoruz. Unutmayalım ki hakikî bayramların yolu, candan ve maldan fedakârlık imtihanlarını kazanmaktan geçiyor. Zira Cenâb-ı Hak, maddî-mânevî büyük fütûhat ve zaferleri ancak;

‒Zihnen, bedenen ve kalben yorulmayı göze alabilen,

‒Rahat ve konforunu terk edebilen,

‒Derde, tasaya, çileye, yaraya sabırla tahammül edebilen,

‒Yeri geldiğinde dünyevî menfaatinden ferâgat edebilen,

‒Hattâ gerektiğinde canını seve seve kurban edebilen fedakâr müʼminlere nasîb ediyor.]

Cenâb-ı Hak, bugün başta Filistin olmak üzere, bütün mazlum coğrafyalarda canlarını fedâ eden şühedâ hakkı için, ümmet-i Muhammedʼe uyanış, diriliş, birlik, beraberlik, kuvvet, kudret ve zafer ihsân eylesin.

İslâm âlemindeki mazlum ve muzdarip din kardeşlerimizi, yüreğimizin bir yanının buruk olmayacağı hakikî bayramlara eriştirsin.

Biz âcizleri de sevip râzı olduğu, gayret-i dîniyye sahibi sâlih kullarının arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. Elmalılı, 8/247-248’den ihtisâren.

[2] Hanefî mezhebinde vâcip, diğer mezheplerde sünnettir.

[3] Bkz. el-Bakara, 3; er-Raʻd, 22; en-Nûr, 33; el-Hadîd, 7.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle