Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İkiyüzlü bir adam, pâdişâha misafir olmuş. Ziyafet sofrasına oturmuşlar. Kendisini çok dindar bilsinler diye, alışkın olduğu hâlin zıddına az yemiş ve namaza başlayınca da her zamankinden uzun kılmış.
Saraydan evine döndüğü zaman;
«‒Sofrayı hazırlayın!» demiş.
Adamın çok zeki bir oğlu varmış:
«‒Baba!» demiş, «Pâdişah seni davet etmişti. Sarayda bir şey yemedin mi?»
Babası:
«‒Onların önünde işe yarayacak kadar bir şey yemedim.» demiş. Bunu duyan oğlu:
«‒O hâlde sarayda kıldığın namazını da kazâ et. Herhalde işe yarayacak bir namaz da kılmamışsındır.» deyivermiş.”
“Kalpleri insanlara dönük olanlar, arkalarını kıbleye dönerek namaz kılarlar.
Bir kul, duâ ve münâcâtta bulunurken, yalnızca Allâhʼı hatırına getirmeli, Oʼndan gayrısını unutmalıdır…”
[İbadetler, sırf Allâhʼın rızâsına ermek gayesiyle, yani hâlis bir niyetle îfâ edilmelidir. Fânîleri de râzı etme düşüncesinin karıştığı bir ibadete “riyâ/gösteriş” illeti bulaşmış demektir.
Bir sürahi suya bir damla necâset düştüğünde, nasıl ki o suyun bütün sâfiyet ve lezzeti kaybolursa; ibadetteki niyete, fânîlerin medhine nâil olma veya onların kınamalarından kurtulma gayelerini karıştırmak da, aynı şekilde amelleri ifsâd eder. Zira tevhîd inancının ortaklığa tahammülü yoktur.
Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Bir adam, Rasûlullah Efendimizʼe gelerek:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben yaptığım işte öyle bir niyet taşıyorum ki hem Allâh’ın rızâsını kazanmak istiyorum, hem de yaptığım işin başkaları tarafından görülerek takdir edilmesini istiyorum. Bu hususta ne buyurursunuz?” diye sordu.
Rasûlullah Efendimiz:
“…Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, amel-i sâlih işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın!” (el-Kehf, 110) âyet-i kerîmesi ininceye kadar, bir şey söylemedi. (Hâkim, Müstedrek, 2/111; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 16/40)
Şunu unutmayalım ki Allâh’a kulluk niyetiyle îfâ edilmesi gereken amellere riyâ karıştığında, o artık Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı yerine gazabına sebep olan ağır bir cürme dönüşür. Bu hakîkati ifade eden şu hadîs-i şerîf ne kadar ibretlidir:
“Kıyâmet günü, ilk olarak aleyhlerinde hükmedilen insanlar şunlardır:
Birincisi; şehîd edilen kimsedir. O, Allâh’ın huzûruna getirilir. Allah ona bahşettiği nîmetleri anlatır. O da bunları îtiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Öyleyse bunlara karşılık ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Yâ Rabbi! Senʼin uğrunda şehîd edildim.» der.
Allah Teâlâ buyurur ki:
«–Yalan söyledin! Sen yalnızca, korkusuz ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten, öyle de denildi.»
(Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
İkincisi; ilim öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur’ân okuyan adamdır. O da huzûra getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da îtiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Bunlara karşılık ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–İlim tahsil ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senʼin uğrunda Kur’ân da okudum.» der.
Allah Teâlâ buyurur ki:
«–Yalan söyledin! Sen ilmi, ancak âlim denilsin diye öğrendin; Kur’ânʼı da ancak, o kārîdir (kıraat ehlidir) denilsin diye okudun. Gerçekten, öyle de denildi.»
Sonra hakkında emrolunur ve ateşe (yani Cehennem’e) atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
Üçüncüsü; Cenâb-ı Hakk’ın kendisini (imkân bakımından) genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği adamdır. O getirilir. Allah ona verdiği nîmetlerini anlatır. O da bunları îtiraf eder. Allah Teâlâ:
«–Öyleyse bunlara karşılık ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak Senʼin yolunda harcadım.» der.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«–Yalan söyledin! Onları ancak, cömerttir denilesin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi.»
Sonra hakkında emredilir ve Cehennem’e atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.” (Müslim, İmâre, 152)
Velhâsıl, beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da odur. Sâlih amellerde kalbin kıblesi Cenâb-ı Hak değil de fânîler olursa, o amellerden dolayı da tevbe-istiğfâr etmek gerekir. Zira ihlâssız amel, hem faydasız bir yorgunluktan ibârettir hem de gazab-ı ilâhîyi celbeden mânevî bir felâkettir.
Kurʼân-ı Kerîmʼde bildirildiği üzere mel’un şeytan, Cenâb-ı Hakk’a şöyle hitâb etmişti:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (insanlara, günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
Yani insanın en azılı düşmanı olan ve kendisi gibi insanı da Allâh’ın gazabına dûçâr etmek için çırpınan şeytan -aleyhillâne-, ibadet ve tâatten alıkoyamadığı mü’minlerin kalbine, gurur, kibir, ucub gibi bâtınî haramları telkin ederek, o ibadetlerin âdeta içini boşaltmaya çalışır. Bundan da ancak, ihlâs şuuruna ermiş olan kullar kurtulabilir.
Bunun içindir ki Süfyân-ı Sevrî Hazretleri:
“Eskiler, nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlerdi.” buyurarak, amelde hâlis niyetin ne kadar mühim olduğuna işaret etmiştir.
Bu bakımdan bizler de sık sık gönüllerimizi yoklayıp niyetlerimizi gözden geçirmeliyiz. “Konu-komşu ne der, insanlar bizi ayıplamaz mı?” gibi nefsânî kaygılarla yahut fânîler nezdinde îtibar kazanma arzusuyla değil, “hasbeten lillâh” yani sırf rızâ-yı ilâhîyi tahsil gayesiyle, kulluk vazifelerimizi îfâ etmeye çalışmalıyız. Cenâb-ı Hakʼtan his ve fikirlerimizi, arzu ve niyetlerimizi dâimâ kendi rızâsıyla teʼlif buyurmasını niyâz etmeliyiz.]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Kim halk kapısında mihnet çekiyorsa (yani kulluğunu fânîleri hoşnut etmek için yapıyorsa), yarın Hak Teâlâ’dan bir mükâfat ümit etmesin.
Oğlum! Ali’nin evinde çalışıyorsan, ücretini Veli’nin vermesini nasıl beklersin?!”
[Peygamber Efendimiz r bir gün:
“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu.
Yanındakiler:
“–Küçük şirk nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Rasûlullah r Efendimiz şu cevabı verdi:
“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırlarken, Allah Teâlâ riyâ ehline:
«–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız (amellerinizi göstermek istediğiniz) kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?!» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Dolayısıyla, kendini fânîlere beğendirmek veya onların gözünden düşmemek gibi nefsânî kaygılarla ibadet etmek, insanın âhirette eli boş kalmasına sebep olur.
Zira insanların ilgi ve iltifatına mazhar olmak maksadıyla ibadet ve tâatte bulunan riyakâr kimseler, aslında Allah Teâlâ’yı değil, insanları tâzim etmiş olmaktadırlar. Hâlbuki kıyâmet günü ibadet ve gayretlerimizin ecrini verebilecek olan yalnızca Allah Teâlâ’dır; fânîler değil! O hâlde ebedî hüsrana dûçâr olmamak için, niyetlerimize çok dikkat etmeliyiz. Bütün amellerimizde;
اِلٰه۪ي اَنْتَ مَقْصُود۪ي وَ رِضَاكَ مَطْلُوب۪ي
“Yâ İlâhî! Maksadım yalnız Sen’sin, talebim de sadece Sen’in rızâ-yı şerîfindir.” niyâzıyla, gönüllerimize istikâmet vermeliyiz.
Ayrıca riyâdan kurtulup ihlâs sırrına erebilmek için;
‒Bilhassa tenhâ yerlerde ve seher vakitlerinde samimî gözyaşlarıyla ibadet etmeye,
–Başkalarının yanında iken yaptığımız ibadetleri yalnızken de edâ etmeye, hattâ nâfileleri daha ziyâde kendimizle baş başa kaldığımız zamanlarda kılmaya,
‒Sağ elimizin verdiğini sol elimiz bilmeyecek derecede gizli infaklarda bulunmaya gayret etmeliyiz.
Nitekim Hak dostu ârif müʼminler, günahkârların günahlarını gizlemekte gösterdikleri gayretten daha fazlasını, sâlih amellerini gizlemek için sarf etmişlerdir. Riyâkâr insanlar bir hayır işleseler, her fırsatta bunun reklâmını yaparak o hayrın bütün ecrini ziyan ederlerken, ârif müʼminler ise bin hayır işleseler, birini bile fânîlere ifşâ etmekten titizlikle sakınırlar.
Şu hâdise, bu hassâsiyetin ne güzel bir misâlidir:
Hazret-i Ali’nin torunu Zeynelâbidîn Hazretleri vefât ettiğinde naaşı yıkanırken sırtında büyükçe yaralar görülmüştü. Yakınlarından birine bunun hikmeti sorulunca, Hazretin ömür boyu büyük bir gizlilikle îfâ ettiği bir fazîleti ortaya çıktı. Zira Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Hazretin sırtındaki yaralar, o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuştu.[1]
Velhâsıl, amellerini sırf rızâ-yı ilâhî için yapan Hak dostları, onları, âdeta ifşâsı haram bir sır gibi, halktan gizlemeye çalışırlar. Zira Hakk’a âit olduğu hâlde halka da arz edilen amellerde Allâh’a götürecek bir kıymet ve fazîlet kalmaz. Çünkü onları -gurur, kibir ve ucub başta olmak üzere- binbir türlü nefsâniyet kaplar. Bu itibarla ârif zâtlar, sâlih amellerinin halk tarafından değil, yalnız Hak tarafından bilinmesini arzu etmişlerdir. Böylece amellerinin ecrini zâyî olmaktan korumaya çalışmışlardır.
Nitekim Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur:
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onların kabûlüne ve korunmasına gösteriniz.”]
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Çocuk, âkil ve bâliğ olmadığından, çocukluk îcâbı, orucu annesine-babasına hoş görünmek için tutabilir. Lâkin yaşlı bir kimse ibadeti hâlâ Hak için değil de halk için yaparsa, çocuktan daha câhil ve anlayışsız demektir.
Halka sofuluk taslamak için kılınan namaz, Cehennem kapısının anahtarıdır. Tuttuğun yol Allah’tan başkasına gidiyorsa, yarın senin seccâdeni Cehennemʼe sererler.”
[İşlediğimiz sâlih amellerin Hak katında makbul olmasını istiyorsak, kalbimizdeki niyete, nefsânî gayelerin gölgesini dahî düşürmemeye gayret etmeliyiz. Amellerimiz sebebiyle fânîlerin iltifatını umuyor ve bundan hoşnut oluyorsak, bu hâl, son derece muhtaç olacağımız âhiret azıklarımızı, nefs ve şeytan farelerine yem etmekten farksız bir gaflettir.
Meselâ eskiden hacca çok az insan gidebilirdi. Gidenlere “Hacı bey, Hacı hanım” diye hitâb edilir, toplumda mûteber insanlar olarak kabul edilirlerdi. Belki bu tavır, o zamanlar insanları bu ibadete teşvik maksadı taşıyordu. Fakat zaman içerisinde bu durum, kalben tekâmül etmemiş bazı kimseler tarafından, âdeta mânevî bir makam-mevkî meselesi gibi addedilerek, bir çeşit iftihar/övünme vesîlesi hâline getirildi. Bu ise son derece mahzurludur.
Zira bir müʼmin, yaptığı amelleri insanlara reklâm ederek şan, şöhret ve îtibar kazanmaya tenezzül ederse, o amellerin ecrini kendi eliyle imhâ etmiş olur.
Dolayısıyla bir hacıya veya bir hayır-hasenat sahibine, ibadet ve hayırlarından dolayı herhangi bir teveccüh ve iltifatta bulunulsa bile, onun bu iltifatı üzerine almaması gerekir. Bilâkis amellerinin karşılığının bu fânî iltifatlardan ibaret kalmasından korkarak, hemen istiğfarda bulunması îcâb eder.
Unutmayalım ki bütün ibadet, tâat ve hayır-hasenâtımız -tıpkı duâlarımız gibi- Allâhʼın kabûlüne muhtaçtır. Bir kul gerçek mânâda hacı olup olamadığını, olduysa bile son nefesine kadar hacı kalıp kalamadığını, yaptığı hayır-hasenâtın Allah katında makbul olup olmadığını; ancak mîzanda amelleri tartılırken öğrenecektir.
Diğer taraftan, bazı ibadetleri halkın nazarlarından bütünüyle gizlemek de imkânsızdır. Meselâ beş vakit namazı cemaatle kılmak, hac, umre, Allah yolundaki birçok faaliyetler, açıktan îfâ edilmek zorundadır. Riyâ olmasın diye bunları terk etmek, nefs ve şeytanın tuzağına düşmektir.
Üstelik bazı dînî gayretlerin görülüp duyulması, onların toplum nezdinde neşv ü nemâ bulmasına vesîledir. Bu şekilde insanları bir “hayır seferberliğine teşvik etme” faydası söz konusu olduğunda, yine -kalbi riyâ ve benzeri bâtınî haramlardan korumak şartıyla- o sâlih amelleri alenî olarak îfâ etmekte hiçbir mahzur yoktur.
Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (el-Bakara, 274)
Muhterem babam Mûsâ Efendi de bana zekât ve hayrat defterini gösterir;
“‒Bak oğlum; şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayrâtımdır. Nefis dâimâ insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrâtınızı ayrı ayrı yazın. Hayrâtınız da -bilhassa zor zamanlarda- zekâtınızın çok çok ötesine geçsin. Bu, büyük bir rahmet vesîlesidir. Zira sadaka, belâları önler!” nasihatinde bulunurdu. Böylece bizzat örnek olarak bizleri îkaz ederdi. Şüphesiz ki bu nevî tâlim ve telkinler de hayra teşvik mâhiyetindedir.
Tarih ve medeniyetimizdeki infak edebinin müstesnâ tezâhürlerinden biri olan “sadaka taşları”nda olduğu gibi, infâkı gizlice edâ etmek; hem verenin ihlâsının hem de alanın haysiyetinin korunması bakımından, son derece kıymetli ve makbul bir davranıştır. Fakat zaruret varsa -nefsin fısıltılarını susturup ihlâsı korumak kaydıyla- açıktan infâkı da ihmâl etmemek gerekir.
Bu durum, şuna benzer:
Meselâ normal şartlarda kibir, çok ağır bir günahtır, gönlün kanseridir. Lâkin kibirliye gösterilen kibir câizdir. Nitekim; “Kibirliye karşı kibir, sadakadır.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, s. 366/5299)
Yine mü’minler, yeryüzünde mütevâzı yürümekle, hâl ve hareketlerinde gurur, kibir ve azamet sergilemekten sakınmakla mükelleftirler. Fakat bu hâl, normal şartlarda ve din kardeşlerine karşı geçerlidir. Allah ve Rasûlüʼnün düşmanlarına karşı ise İslâm’ın izzet ve haysiyetini muhafaza etmek emredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak müʼminlerin vasıflarını zikrederken şöyle buyurmuştur:
“…Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve vakurdurlar.…” (el-Mâide, 54)
“Muhammed, Allah’ın Rasûlüʼdür. Oʼnunla beraber olanlar, kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Fetih, 29)
Dolayısıyla Allah ve Rasûlullah düşmanlarına karşı İslâm’ı temsil mevkiinde bulunan bir müslümanın, vakur olması elzemdir. Hattâ bu maksatla sergilenen tekebbür/büyüklenmek bile makbuldür. Zira böyle durumlarda büyüklenmek; son derece haklı ve müsbet bir gayeye hizmet etmiş olur ki bu takdirde kibir yerine vakar adını alır.
Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:
Uhud’da çarpışmanın kızıştığı esnâda Rasûlullah r Efendimiz eline bir kılıç alarak:
“–Bunu benden kim alır?” diye sordu. Sahâbîler:
“–Ben, ben!” diyerek onu almak için ellerini uzattılar. Allah Rasûlü r bu defa:
“–Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensâr’dan Ebû Dücâne ayağa kalkıp:
“–Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlâllah!” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)
Ebû Dücâne kılıcı alınca:
“–Bunun hakkı nedir yâ Rasûlâllah!” diye sordu. Peygamber Efendimiz r:
“–Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanla vuruşmandır...” buyurdu.
Ebû Dücâne kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı.
Rasûlullah onun bu yürüyüşünü görünce:
“–Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah Teâlâ ona bu gibi durumların hâricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12)
Demek ki insanları hor ve hakir görmek, büyük günahlar olsa da; harp zamanı düşmanın gözünü korkutmak veya gayr-i müslimlere İslâmʼın izzet ve şerefini temsil etmek maksadıyla kuvvet ve azamet izhâr etmekte hiçbir mahzur yoktur. Hattâ bu tavrı sergilemek, ümmetin maslahatı için bir vazife hâline gelmektedir.
Bunun tarihî bir misalini, Kânûnî Sultan Süleymanʼın Fransa kralına gönderdiği mektubunda görüyoruz. Kânûnî mektubunda ona şöyle hitâb ediyordu:
“Ben ki Âzerbaycan’ın, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, Karaman’ın, Irak’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın, karaların ve denizlerin hâkânı Yavuz Sultan Selîm Han oğlu Sultan Süleyman Hân’ım. Sen ki Fransa eyâletinin vâlisi Françesko’sun!..”
Demek ki İslâm’da, yerine göre bazı hükümler bambaşka bir mânâ ve muhtevâ kazanabilmektedir. Nasıl ki tevâzuun gerekli olduğu bir yerde kibirlenmek son derece çirkin bir davranış ise, vakar vasfındaki bir tekebbürün câiz ve hattâ gerekli olduğu bir durumda tevâzu göstermek de aynı derecede çirkin bir zillet, acziyet ve meskenete dönüşmektedir.
Dolayısıyla hayatı âdeta numarasız gözlükler gibi hep mütevâzı, hep uysal, hep nahif olarak monoton/yeknesak bir tavırla yaşamak, İslâm nazarında ne makbul sayılan, ne de arzu edilen bir durumdur.
Müʼmin, îcâb ettiğinde celâlli, vakur, cesur, tâvizsiz ve çetin olmasını da bilmelidir. Bunun için İslâmî hüküm ve ölçülerin -tâbir câizse- mantığını idrâk edip onları yerli yerinde ve doğru bir şekilde hayatımıza tatbik etmeliyiz.]
Cenâb-ı Hak bizleri ihlâsa erdirip ihlâsını da koruduğu sâlih kullarının zümresine, lûtf u keremiyle ilhâk eylesin. İbadetlerimize, fânî ve nefsânî gayeler karıştırmaktan cümlemizi muhafaza buyursun. Niyetlerimizi dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin.
Âmîn!..
[1] Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136.
YORUMLAR