“Bizim Sloganımız Şu: Her Şey Allah’tan”

Emin Saraç Hocam hadis ilmine ayrı bir önem verirdi. Bir gün bana şöyle dedi: “Seninle sabah namazları sonrasında birlikte Sahîh-i Buhârî’yi okuyalım. Sadece okuyalım, tercüme etmeden bu eseri birlikte okuyarak hatmedelim.” Bu teklif, onun hadis sevgisinin ve teberrüken hadis okuma geleneğinin bir yansımasıydı.

ALTINOLUK: Hocam öncelikle okuyucularımızın sizleri tanıması için bizlere hayat hikayenizi anlatabilir misiniz?

MEHMET BULUT: Eûzu billâhi mineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn vessalâtu vesselâmu alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ecmaîn.

Efendim bendeniz, 1948 yılında Muğla’nın Ortaca ilçesinde doğmuşum. Sekiz kardeştik. Dört kız, dört oğlan. Ben ailemin yedinci çocuğuyum. Babam doğduğum zaman ismimi Muhammed koymuş. Ancak nüfus müdürlüğünde adımı Mehmet diye yazıyorlar. Babamın adı da Mehmet. Ben şimdi Mehmet oğlu Mehmet’im.

İlkokulu Ortaca’da okudum. 1960 yılında buradan mezun oldum. O zamanlar Ortaca küçük bir yerdi; sadece bir cami vardı ve Kur’an Kursu yoktu. Kur’ân-ı Kerîm’i cami imamından öğrendim. Bir yıl kadar ona devam ettim; hem Kur’an okudum hem de temel dinî bilgileri öğrendim.

Bizim yörede herkes gibi babam da çiftçiydi. Biz de tarlada, bahçede çalışır, ailemize yardım ederdik. Anne ve babam dinini yaşamaya gayret eden insanlardı. Bilhassa babam son derece dindar, sâlih bir insandı. İbadetlerinde çok titizdi. Her gün Kur’ân’dan belli bir miktar okumayı vird edinmişti. Peygamber âşığı bir insandı. Bir kişi kendisine Türkçe kırk hadis kitabı vermiş, bu eseri okumasını tavsiye etmiş. O da düzenli olarak teberrüken her gün bu eseri sesli olarak okur, dua eder; tarlaya çalışmaya daha sonra giderdi. Cemaatle namaza da çok ehemmiyet verirdi. Mahallemizde cami olmadığı için her gün yaya olarak üç km uzaklıktaki Ortaca merkez camiine giderdi. Öğle vaktinde oraya gider, öğle ve ikindi namazlarını camide eda edip dönerdi. Cuma günleri de evimize 5 km mesafedeki anne babasının kabirlerini yine yaya olarak ziyaret ederdi.

Dedem, babam küçük yaşlarda iken vefat etmiş. Annemin babası olan dedem ise bizim komşumuzdu. Ali Molla diye anılırdı. O zamanlar biraz dinî bilgisi olanlara molla derlerdi.

Babam 1954 yılında bir rüya görmüş. Rüyasını o zamanki Köyceğiz ilçe müftüsüne anlatmış. Müftü Efendi demiş ki “Mehmet Efendi! Bu rüya hacca işaret ediyor. Ama ben seni biliyorum. Senin hacca gidecek durumun yok. Nasıl olur bilmem?” 

Hayal meyal hatırlıyorum, Allah’ın lütfuyla, babam o yıl hacca gitti. O zamanlar Ortaca’dan otobüsle İzmir’e, İzmir’den vapurla Cidde’ye gidilirdi. Yıl, 1954. Vapurlar eski… Sallana sallana, Cidde’ye 15 günde varmışlar. Oradan da Mekke’ye. Aynı şekilde dönüş. Elhamdülillah, babam genç yaşında hacı oldu. Döndüğünde sakal bırakmıştı. O zamanlar sakal bırakmak pek yaygın değildi. Kimse sakal bırakmazdı.

Rahmetli babamın dinî gayretinin oldukça yüksek olduğunu ifade etmiştim. Kendisi benim için “Ben bu çocuğu Medine’ye bırakıp geleyim. Orada okusun. İlim ehli olsun.” diye düşünmüş. Müftüye gidip sormuş. Müftü Efendi o zamanki imkânları dikkate alarak bu işin pek mümkün olmadığını söylemiş. O günkü şartlarda babam fakir bir kimse. Kazancımız ancak karnımızı doyuruyor. Dolayısıyla beni Medine’ye göndermesi oldukça zor. Benim de o şartlarda gidip oralarda tahsil görmem zor. Fakat bunu, babamın benimle ilgili düşüncesini ve samimi niyetini ifade etmek için arz ettim.

İlkokulu bitirdiğimde, bir arkadaşım sayesinde İmam Hatip Okulu’nun varlığından haberdar oldum. Meğer bizim komşu köylerden üç dört kişi, bizden önce Isparta İmam Hatip’e kaydolmuş ve orada okuyorlarmış. İçlerinden biri o sene mezun olmuştu. Biz de bu bahsettiğim arkadaşımla ikimiz ailelerimize “Eğer izin verirseniz, dinî ilimlerin öğretildiği İmam Hatip Okulu’na gitmek istiyoruz.” dedik. Müsaade ettiler. Eğer ortaokula gitmek isteseydim babam dinden uzaklaşırım kaygısıyla izin vermezdi. Ama söz konusu İmam Hatip olunca, Kur’an öğrenilecek, Arapça öğrenilecek diye düşünüp izin verdiler.

Arkadaşım ve ben, iki çocuk, Isparta’ya yola çıktık. Ortaca’dan Isparta’ya gitmek o zamanlar en az iki gün sürerdi. Önce Ortaca’dan Aydın’a gidilir, orada gece kalınır. Ertesi gün Aydın’dan Isparta’ya devam edilir. Asfalt yol yoktu, yollar hep virajlı idi. Şoförler yolda birbirlerini görünce karşıdan gelen araca yer vermek için kenara geçip beklerlerdi.

Isparta’ya varınca İmam Hatip Okulu’nu bulduk. Kayıt şartlarını öğrendik. Kayıt için açılan imtihana girdik, başarılı olduk, Allah nasip etti kazandık. Ama okula kayıt yaptırabilmemiz için öğrencinin velisinin onayı gerekiyordu. Yanımızda velimiz yok. Okulun kâtibi vardı, Kâtip Ali Bey. Ona “Bizim velimiz olur musun?” diye ricada bulunduk. Kabul etti, böylece okula kaydolduk.

O zamanlar İmam Hatip okullarındaki eğitim-öğretim ortaokul ve lise dönemi olarak toplam yedi sene idi. Yedi sene boyunca kendi imkânlarımızla Isparta’ya gidip geldik. Okulumuzda çok güzel bir ortam vardı. O dönem İmam Hatiplere dindar ailelerin çocukları giderdi. Arkadaşlıklar çok samimiydi, öğrenciler birbirlerine çok bağlıydı. İdareciler ve hocaların bir kısmı ise dine mesafeli kişilerden seçilirdi. Bizim okulun müdürü de öyleydi. Fakat Allah’ın himayesi ve öğrencilerin dine olan sevgi ve bağlılıkları sayesinde, bunların öğrenciler üzerinde hiçbir şekilde menfi tesiri olmazdı.

1968 yılında İmam-Hatip’ten mezun oldum. Aynı yıl Yüksek İslam Enstitüsü imtihanlarına girdik. Türkiye genelinde sekiz tane Yüksek İslam Enstitüsü vardı. İmam Hatip mezunları eğer başka bir liseden de mezun değillerse Yüksek İslam Enstitüsü dışında yüksek okul veya üniversiteye gitme imkânları yoktu. Bu imtihan neticesinde İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazandım. O zaman İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne en yüksek puan alanlar kayıt yaptırabilirdi. İstanbul’a gidip kaydımı yaptırdım.

Fatih Camii çevresindeki eski Fatih Medresesi, Vakıflar Yüksek Tahsil Talebe Yurdu olarak istihdam edilmişti. Bu yurda yerleştim. O sıralar henüz birinci boğaz köprüsü yapılmamıştı. Fatih’ten Eminönü’ne, oradan vapurla Üsküdar’a, Üsküdar’dan otobüsle Bağlarbaşı’na giderdim. Okulumuz şimdiki Marmara İlahiyat’ın olduğu yerdeydi.

Isparta gibi bir yerden sonra İstanbul’a eğitim için gelmiş olmak, benim için büyük bir mutluluk vesilesi olmuştu. Buradaki hocaların hali, tavrı, ilmî derinliği, üzerimde çok etkili oldu. Fakir, yabancı dillere ve özellikle Arapçaya çok meraklıydım. Ancak Isparta İmam Hatip yıllarımda Arapça’yı öğretebilecek bir hocaya rast gelmedim. İlk zamanlar sadece Ankara İlahiyat mezunu hocalarımız vardı. Daha sonra Yüksek İslam Enstitüsü mezunları hoca olarak geldiler ama onlar da Arapça’yı çok iyi bilmezlerdi ve dolayısıyla öğretemezlerdi.

İmam-Hatip’te yabancı dil olarak Fransızca okudum. Fakir, Fransızca’ya da çok meraklıydım. Bulabildiğim Fransızca kitapları okurdum. İstanbul’da okurken de bu merakımı sürdürdüm. Fatih’te oturuyordum. Taksim’deki Fransız Kültür Merkezi’ne haftada üç gün, dört yıl boyunca devam ettim. Hocalar Fransız’dı. Türkçe konuşmaları yasaktı. Daha sonra sertifika da aldık.

Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki hocalarımızdan epey istifade ettim. Kur’ân hocamız olan Ali Üsküdarlı, Osmanlı bakiyesi, Kıraat alanında çok meşhur bir zattı. Mahir İz bey Tasavvuf derslerimize gelirdi. Ömer Kirazoğlu, Sanat Tarihi hocamızdı. Mehmet Sofuoğlu, Tefsir hocamızdı. Celaleyn tefsirini okuturdu. Çok gayretliydi, güzel hazırlanır ve güzel anlatırdı. Allah hepsinden razı olsun ve cümlesine rahmet eylesin.

 

ALTINOLUK: Hocam sizin merhum Emin Saraç Hoca’nın talebesi olduğunuzu biliyoruz. Kendisinden bahsedebilir misiniz?

 

MEHMET BULUT: İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde okurken Fatih’te kalmak benim için büyük bir nimet oldu. Fatih Camii’ne gelir giderken merhum Emin Saraç Hocaefendi’nin burada dersler verdiğini öğrendim. Ben de ders halkalarına katılmaya başladım. Daha sonra düzenli olarak bu derslere iştirak ettim. Zamanla hocamla tanışıklığımız, muhabbetimiz arttı.

Dersler kış günlerinde bir talebenin evinde, havalar ısındığında ise Fatih Camii’nin müezzin mahfelinde yapılırdı. Hadis, Fıkıh, Arapça, Tefsir gibi İslamî ilimlerin muhtelif sahalarında dersler olurdu. Hadis sahasında, beş ciltlik et-Tâc el-Câmi‘u li’l-usûl fî ehâdîsi’r-Resûl isimli eseri okuduk. Arapça’dan Şüzûru’z-zeheb gibi bazı ileri seviye metinler okuduk. Fıkıh’tan el-İhtiyâr, Tefsir’den Safvetü’t-tefâsir gibi bazı eserlerden de epeyce okuduk. Bu dersler sayesinde Arapça dinî metinleri anlama yeteneğim oldukça gelişti. Daha öncesinde Arapça kitaplara bakınca pek bir şey anlamazdım, bu dersler sonrasında artık Arapça metinler adeta bana gülmeye başladı.

Merhum Emin Saraç Hocam, Tokat’ın Erbaa kazasında doğmuş, ilim ehli bir aileden geliyordu. Kur’an okumanın suç sayılabildiği dönemlerde babası hem onu hem de kardeşlerini hafız olarak yetiştirmiş.

Daha sonra ailesi kendisini, ilim tahsili için İstanbul’a, Ali Haydar Efendi’nin yanına göndermiş. Üçbaş Medresesi’nde 1950’ye kadar kalmış. Burada kalırken Ali Haydar Efendi ile Fatih Camii baş imamı Ömer Efendi’den, Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi, Arnavut Hüsrev Efendi, Süleyman Hilmi Efendi gibi zatlardan tefsir, hadis, fıkıh, usul dersleri okumuş.

1950’de Ahıskalı Ali Haydar Efendi, o zamanki siyasi atmosfer gereği “Bu iş burada tamamlanmaz, Mısır’a gidin okuyun.” demiş. Ezher diploması Türkiye’de geçersiz kabul edilmesine rağmen 1950-1958 yılları arasında Mısır’da kalarak tahsiline devam etmiş. Mısır’da Ezher’in lise bölümünü bitirdikten sonra, Külliyetü’ş-Şerîa’da (İslam Hukuk Fakültesi) eğitimine devam edip buradan mezun olmuş. Sonra “Tehassusu’l-kadâ” denilen bugünün yüksek lisans eğitimine benzer iki yıllık bir ihtisas eğitiminin, bir yıllık kısmını gördükten sonra Türkiye’ye dönmüş.

Emin Saraç Hocam, Mısır’da kaldığı dönemde Türkiye’den Mısır’a hicret eden Osmanlı bakiyesi pek çok zattan istifade etmiş. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid el-Kevserî gibi âlimlerin talebesi olmuş, onların ilim ve sohbet meclislerinde bulunup kendilerinden istifade etmiş. Hocam, İslamî ilimlerin eğitim-öğretiminin yasak olduğu bir devirde büyük bir azim, gayret ve fedakârlıkla gurbet diyarlarda kendini yetiştirmişti. Ömrünü de talebe yetiştirmeye vakfetmiş kıymetli bir zattı. 

Kardeşi Osman Saraç, Adalet Partisi’nden milletvekilli olduğu dönemde Emin Saraç Hocam’a “Senin ehliyet ve liyakatin fazlasıyla var.  Gel seni müftü yapalım.” demiş o ise “Ben imamlık, müftülük istemem. Allah rızası için talebe yetiştireceğim.” diye karşılık vermiştir. Hakikaten, ömrünün sonuna kadar da böyle yaptı.

Yaz-kış hiç durmadan ders verirdi. Öğrencilerinden de herhangi bir ücret almazdı. Cilt cilt Arapça eserleri tanıdığı zengin kimselere aldırır, öğrencilerine hediye ederdi. Çok halim selim, çok tatlı bir insandı. Ders verirken müthiş bir vakar içindeydi. Halk tarafından da çok sevilirdi. Fatih Camii’nde cuma namazı sonrası insanlar elini öpmek için sıraya girerlerdi. Yaptığı hizmetlerle Osmanlı ilim geleneğini günümüze taşımıştır. Kendisi Osmanlı hayranıydı. Şahsiyetiyle de tam bir Osmanlı âlimiydi.

Hocam hadis ilmine ayrı bir önem verirdi. Bir gün bana şöyle dedi: “Seninle sabah namazları sonrasında birlikte Sahîh-i Buhârî’yi okuyalım. Sadece okuyalım, tercüme etmeden bu eseri birlikte okuyarak hatmedelim.” Bu teklif, onun hadis sevgisinin ve teberrüken hadis okuma geleneğinin bir yansımasıydı. Maalesef o teklifi değerlendiremedim.

Emin Saraç Hoca, sadece bir ders hocası değil, aynı zamanda ümmetin dertleriyle dertlenen, günlük siyasete mesafeli ama siyaseti iyi okuyan, dünya görüşü sağlam bir âlimdi. Türkiye haricinde İslam Dünyası’nda, bilhassa Arap âleminde de çok tanınırdı. İslam Dünyası’ndan tanınmış âlimler İstanbul’a geldiğinde mutlaka onu arar, bulur, ziyaret ederlerdi.

Velhasıl O’nun sohbetlerinde, derslerinde bulunmak benim için büyük bir nimet oldu. Kendisinden çok istifade ettim. Oturuşu, kalkışı, müeddeb hâli ve zarif tavırları her zaman gözümün önündedir. Allah gani gani rahmet eylesin, bizleri cennetinde buluştursun.

 

ALTINOLUK: Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra ne yaptınız?

 

MEHMET BULUT: 1972 yılında Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’na müracaat ettim. İmtihanı kazanıp vaiz oldum. İlk olarak İstanbul İl Müftülüğü’nde stajyer müftü yardımcısı olarak görev yaptım. Ardından Giresun’un Şebinkarahisar ilçesine vaiz olarak atandım. Orada iki yıl kadar görev yaptım. O dönemde evlendim, ilk oğlum da orada dünyaya geldi.

Sonra Muğla’nın Fethiye ilçesine vaiz olarak tayin oldum. Orada da bir süre görev yaptım. Bu arada İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nde asistanlık sınavı açıldı. İzmir’e gidip sınava girdim ve muvaffak oldum elhamdülillah. İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nde Kelam Anabilim Dalı’nda asistan olarak vazifeye başladım. Merhum Bekir Topaloğlu hocamızı bizim tez çalışmamıza yönetici olarak tayin ettiler.

Tez konum, “Peygamberlerin Ismeti ve Sâbûnî’nin el-Muntekâ Min Ismeti’l-Enbiyâ’sının Tahkiki” idi. Kısa süre sonra Yüksek İslam Enstitüleri, İlahiyat Fakültelerine dönüştü. Bizim kurumumuz da Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı olarak İlahiyat Fakültesi unvanını aldı.

Bunun ardından 1982 yılında doktora çalışmalarına başladım. 1984’te “Ehl-i Sünnet ve Şia’da Ismet İnancı” adlı tezimle Kelam Anabilim Dalı’nda doktor ünvanı aldım. Ardından doçentlik çalışmalarını tamamladım ve 1995’te doçent oldum. 2002 yılında da profesörlük unvanını aldım. 2007’de emekli oldum.

 

ALTINOLUK: Hocam, manevi yol ile nasıl tanışmanız nasıl oldu?

 

MEHMET BULUT: Efendim, 1976’da Fethiye’de vaiz olarak vazife yapıyordum. Orada çok sevdiğim iki dostum vardı. Hilmi Saruhan ve Osman Muslu. Onlar Sami Efendi’ye müntesiplermiş. Bana “İlhan Armutçuoğlu Hoca, Dr. Dursun Ağabey ile Fethiye’ye bir eve ziyarete gelecek. Dr. Dursun Ağabey emekli tabip albay. Kendisi kıymetli bir insandır. Hem onunla tanışırsın.” dediler. “Olur” dedim.

O gün davet edilen eve gittik. İlhan Armutçuoğlu Ağabey, Dr. Dursun Abi ile geldiler. Sonradan öğrendim ki İlhan Ağabey Dr. Dursun Ağabey’in yardımcılığını yaparmış. O zamanlar İzmir’de Sami Efendi’mizin ders vekili Dr. Dursun Aksoy ağabeyimizmiş. Sami Efendi’mize çok yakındı, O’nun doktorluğunu da yapardı. Ege bölgesi ders vekilliği yapıyormuş. O gün de Muğla’ya ihvana ders kontrolüne gelmiş. Tabi benim dersten, sohbetten haberim yok.

Evin salonu kalabalıktı. İlhan Ağabey sohbete başladı. Bir müddet sonra Dr. Dursun Ağabey kalkıp bir odaya geçti. Arkasından biri gitti, bir müddet sonra geldi. Başka biri gitti. O da bir müddet sonra geldi. Böyle sırayla, herkes gidip geldi. En son bana dediler ki: “Hocam, sen de gider misin Dursun Ağabeyin yanına?” Ben de “Giderim.” dedim. Millet ne için gidiyor, bildiğim yok. Odaya girdim. Dursun Ağabey, Sami Efendimiz adına ders verirmiş, “Böyle bir yolumuz var, sen de manevi ders alır mısın?” dedi. “Evet, alırım.” dedim. Böylece bu manevi yola intisab etmiş oldum elhamdülillah. Bizim sloganımız şu: Her şey Allah’tan. Allah nasip etti, o gün bu güzel yola girdik. O gün bugündür hep mutluyuz elhamdülillah.

Biz merhum İlhan Armutçuoğlu Ağabey ile daha önceden tanışırdık. Kendisi Konya Yüksek İslam Enstitüsü mezunuydu. O zamanlar Yüksek İslam Enstitüsü mezunları çok fazla değildi. İlhan Ağabey mezuniyetinin akabinde birkaç sene Muğla’da müftülük yaptı. Kayınpederimle çok samimiydiler. Biz de tanışır, görüşürdük. O, Muğla’da iken epeyce beraber olduk.

Kısa bir süre sonra İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nün asistan alacağı haberini aldım. İmtihanlara girdik. Muvaffak olduk elhamdülillah. Birkaç ay sonra İzmir’e taşındık.

Dr. Dursun Ağabeyin, Konak İkinci Beyler’de Gülhane Tıbbî Tahliller Laboratuvarı vardı. Düzenli olarak oraya gelirdi, tıbbî tahliller yapardı. Kendisini orada ziyaret ederdim. Böylece onunla muhabbetimiz ve samimiyetimiz ilerledi. (Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle