Muhterem Okuyucularımız;
Cenâb-ı Hak, “mârifetine muhabbet etti” yani bilinmek, tanınmak istedi ve kâinâtı yarattı. Bütün kâinâtı kendi ilmine, hikmetine, azamet, kudret, cemâl ve kemâline ayna etti. Kâinâtın güzelliğini ve büyüklüğünü ibret nazarıyla seyredenler, Allah Teâlâ’ya hayran oldular/olurlar.
Güzeller, güzelliklerinin görülmesini ister. Tıpkı diğer kemâl sahipleri gibi… Cenâb-ı Hak, kadın cinsine birçok güzellik vermiş, bu güzellikleri göstermeyi de onlara sevdirmiştir. Bu yüzden kadınlar, câzibe unsuru sayılabilecek pek çok özelliklerini sergilemek isterler. Şeytan da onların bu meyil ve zaaflarını kullanarak harama düşmelerini kolaylaştırır.
Rabbimiz, erkeklere de çeşitli vasıflarıyla câzip olan kadınları sevdirmiş, onların güzelliklerine hayran olacak bir fıtrat ve meyil vermiştir.
İşte imtihan, tam da burada başlamıştır.
Hazret-i Âdem ile Havva Vâlidemizi sonsuz nîmetlerle donattığı Cennet’inde var eden Rabbimiz, nasıl “bir ağaca yaklaşmayı”[1] onlar için bir imtihan sebebi kılmışsa; erkek ve kadına da kendi fıtratlarında var olan istek ve arzuyu; helâli ile yetinip harama kaymama noktasında “bir imtihan sebebi” kılmıştır.
Başka bir ifadeyle hanımlara; “Sen fıtraten güzelsin, güzelliğini göstermeyi seversin, ama bunu sadece sana helâl olanlara, helâl olduğu kadar göster. Herkese bu güzellikleri sergilemeye kalkarsan en çok sen zarar görürsün, acı çekersin! Bu yüzden tesettür ile kendini ağyârdan ve nâmahremden koru! Bu, hem senin için hem de etrafındaki bütün insanlar için en hayırlısıdır.” buyurmuş lisân-ı hâl ile…
Erkeklere de; “Evet, senin içinde de büyük fırtınalar kopuyor. Sen de gözlerini koruyup sadece helâline bakmazsan, kendi şeref ve îtîbarından pek çok şey kaybedersin. Gözlerin, kalbine hükmeder; kalbin, bütün uzuvlarını harama sevk eder! Bir de bakarsın kendini, Cennet’ten tard edilmiş/kovulmuş hâlde bulursun. Düşmanın olan şeytana, içindeki kötülüğü emreden nefsine uyma! Senin tesettürün de öncelikle gözlerini kapayabilmektir!” buyurmuştur.
Beden ve kıyafet şeklindeki tesettürün mâhiyeti bu olduğu gibi; evlerimiz, ailelerimiz de mahremdir/dokunulmazdır. Onların da korunması gerekir.
Bugün biz oturduğumuz yerden Brezilya’nın, Amerika’nın, Avrupa’nın, Kore’nin evlerine misafir oluyoruz; onlarla oturup kalkıyor, onlarla yiyip içiyor, onlarla gülüyor, üzülüyor ve öfkeleniyoruz. Onlar da bizim(!) evlerimize misafir oluyorlar. Bizim(!) film ve dizilerimizi izliyor, bizi evlerine konuk ediyorlar.
Dünya küçüldü. Herkesin evi, ailesi, yediği-içtiği ortada. Ayyaş, ağzı bozuk, kâtil, esrarkeş, ahlâkı sefil insanlar; yemek odamızda, masamızda, evimizin içinde, gözümüzün önünde, ellerimizdeki telefonlarda, baş köşedeki ekranlarda… Hep beraber onları evimize misafir ediyor, onlarla saatler geçiriyoruz. Yaptıkları şakalara hep beraber kahkaha atıyoruz. Erkek ve kadın cinsi dışında, kim olduğu belirsiz olan tiplerle tanışıyor; evimizi, ailemizi, çocuklarımızı tanıştırıyoruz.
Bu da yetmiyor; yediğimiz içtiğimiz her şeyin resmini çekip dünyaya îlan ediyor; evlerimizi, odalarımızı gezdiriyor; çocuklarımızın, eşlerimizin resmini herkesle “cömertçe” paylaşıyoruz. Evimizin mahremiyet perdelerini kendi elimizle açıyor ve ellerinden tuttuğumuz herkesi, evimizin/ailemizin içine alıyoruz.
Kalplerimizdeki îman ve takvâ zaafa uğradığından beri; hayâ ve iffet duygularımız da aşındı. Bugün tekrar, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-yaşlı; insanı dirilten hayâya bürünmemiz şart oldu.
Tesettür, sadece korunaklı giyinmek değildir; tesettür önce kalpte başlar; kalbin îman, ihlâs, takvâ ve iffetinde… Kalp çürüdüğünde insanı elbise de korumaz, yüksek güvenlikli sitedeki evi de…
Duâmız, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in lisânıyla… “Allâh’ım, Senden hidâyet, takvâ, iffet ve (gönül) zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)
[1] Bkz. el-Bakara, 35; el-A‘râf, 19.
YORUMLAR