Hak Dostlarından Hikmetler: Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 3

Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Mevlânâ Hazretleri'nin buyurduğu gibi; “Her kim ki, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse «لَا» (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmazlar.”

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Firkat ehline yeter kıldın nazar,

Aç gözün, vâsıl olan yârâna bak!

[İnsanoğlu, vatan-ı aslîsi olan Cennetʼten bu gurbet diyarına gönderilmiş bir ebediyet yolcusudur. Asırlar ve nesiller, ilâhî göç kâfileleridir. Yaşadığımız bu fânî ve mecâzî âlemden hakikî ve ebedî âleme intikal kanunu, hayatın en temel gerçeğidir.

Bu imtihan âlemine gönderilmemizin gâyesi ise, büyüklerin tâbiriyle; “kesb-i kemâl ile seyr-i cemâle vuslat”tır. Yani ibadet ve mârifetullâh ile kulluğumuzu ikmâl ederek, Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği “kalb-i selîm”e nâil olmaktır. Zira Cennetʼe girip Cemâlullâhʼı temâşâ nîmetine mazhar olmak, ancak bu kalbî sâfiyet, letâfet ve kemâlât ile mümkündür.

Cenâb-ı Hakkʼa vuslat ise, yoktan var edilip sayısız mahlûkat içinde insan, insanlar içinde ehl-i îman kılınan bir kul için, nâil olunabilecek en yüce mazhariyettir, en büyük izzet ve şereftir. Dolayısıyla böylesine muazzam ve muhteşem bir nîmeti elde etmek için gayret göstermek yerine, Hakʼtan gâfil kimselerin dünyevî ve nefsânî rahatlıklarına bakarak onların bâtıl yollarına sürüklenmek, hazin bir ebediyet iflâsıdır.

İnsan, sevdiği kimselerin yoluna meyleder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼa kulluktan bîhaber olan gâfil ve fâsıklara muhabbet, kalbe kasvet verir. İmâm Şâfiî Hazretleriʼnin tâbiriyle;

Ehl-i dünyanın yakınlığı, sağlam insanı bile hasta eder.”

İmâm Gazâlî Hazretleri de, gâfil ve fâsıklarla yakınlığın, zamanla zihnî yakınlığa, bu yakınlığın da nihâyetinde kalbî beraberliğe döneceğini bildirir. Bu ise insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Bu bakımdan, bir din düşmanının yaptığı bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur. Zira onun fiilini veya eserini beğenmek, o Allah düşmanının îtibârını yükselteceğinden, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” buyrulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Bu itibarla gâfil ve fâsıklara hayranlık duymak veya din düşmanlarının âdetlerine özenmek, İslâm şahsiyet ve vakarını zedeleyen, büyük bir zaaftır. Mü’minin vazifesi; ebedî ve gerçek hayat olan âhirette makbul ve mûteber olacak olan peygamberler, sâdıklar, şehidler ve sâlihlerin hâline gıpta edip onlar gibi yaşamaya gayret göstermektir.

Unutmamak îcâb eder ki, gâfiller, fâsıklar ve İslâm düşmanları, -bugün dünyevî bakımdan ne kadar müreffeh bir hayat sürerlerse sürsünler- gerçek hayat olan âhiretin zavallı müflisleri olacaklardır. Dolayısıyla onların hâline özenmek kadar hazin bir aldanış olamaz.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz bu hususta nasıl bir kalbî hassâsiyet taşımamız gerektiğini, hadîs-i şerîflerinde şöyle îzah buyurmuşlardır:

Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Her kim dînî hususlarda kendinden üstün olana bakıp ona uyar, dünyevî konularda ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allâh’ın verdiği nîmetlere hamd ederse, işte böyle olan kimseyi Allah, «şükredici ve sabredici» olarak yazar.

Dînî hususlarda kendinden aşağıda olana (yani gaflet ehline) bakan, dünyevî konularda ise (yani makam, mevkî, servet bakımından) kendinden üstün olana bakıp elde edemediği (dünyevî imkânlar için) üzülen kimseyi de Allah «şükredici ve sabredici» olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bakma nâdân olana, Hüsrev-i devrân olsa;

Kıl nazar ehl-i dile, hâk ile yeksân olsa…

 [Yani bir müʼmin; halk nazarında hor ve hakir görülen bir mevkîde bulunsalar bile, dâimâ gönül ehli, âlim, ârif, sâlih ve sâdık kullara gıpta etmelidir. Zira onlar, Allah ile beraberliğin gönül huzuru içinde yaşayabilen ebediyet sultanlarıdır. Bunun zıddına; Hakʼtan gâfil olan ve âhireti unutan, mânen câhil ve nâdan kimselere ise -velev ki toplumda îtibar görseler bile- aslâ îtibar ve iltifat etmemelidir.

Yahya bin Muaz (r.a), sâlih bir kulda bulunması gereken hasletlerden birinin; “(gâfil) zenginlere haset gözüyle değil, nasihat gözüyle bakmak” olduğunu ifade eder.1

Cenâb-ı Hak da Kurʼân-ı Kerîmʼinde, nîmetlere gark olduktan sonra azgınlaşan Kârunʼu ve ona imrenen gâfil insanların nedâmetini, bir ibret dersi mâhiyetinde, şöyle beyan buyurmaktadır:

Kârun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar (büyük bir hayranlık içinde); «Keşke Kârunʼa verilenin benzeri bizim de olsaydı. Doğrusu o çok şanslı (büyük bir servete sahip)!» dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar (yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyan ârif kullar) ise şöyle dediler:

«–Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyenlere göre Allâhʼın mükâfâtı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»

Nihâyet Biz onu (Kârunʼu) da, (gururlandığı ve kibirlendiği servetiyle beraber) sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâhʼa karşı kendisine yardım edecek adamları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.

Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler:

«–Vay bize! Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine de az! Şayet Allah bize lûtufta bulunarak (korumuş) olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflâh olmazmış!» demeye başladılar.” (el-Kasas, 79-82)

Ashâb-ı kirâm, Mekke devrinde müşriklerin ağır baskı, zulüm ve ambargosu altında iken kendi kendilerine:

“Bizler Rabbimizʼe kul olabilmek için her türlü cefâya katlanıyoruz. Allâh’a isyân eden kâfirler ise dünyada refah içinde rahat rahat dolaşıyor, dünya menfaatlerinden istedikleri gibi istifâde ediyorlar.” dediler.

Bunun üzerine Rabbimiz, mü’minlere dünyadan çok daha hayırlı olan ukbâyı tercih etmelerini emrederek şöyle buyurdu:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kötü varış yeridir!

Fakat Rabʼlerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler vardır. Ebrâr (hayır-hasenat sahibi dindar kullar) için Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)

Demek ki hâdiselere sadece anlık ve dar bir bakış açısıyla değil, âdeta zaman şeridini ileri sararak, daha geniş ve derin bir nazarla bakabilmek îcâb eder. Zira buna muvaffak olanlar, mağrur ve zâlim kimselerin hazin âkıbetlerini bugünden görerek, onlara imrenmenin ne büyük bir hatâ olduğunu idrâk ederler. Nitekim Mevlânâ Hazretleri:

Akıllı kişiye işin sonunda görülecek şey önceden görünür; ahmağa ise sonunda! Lâkin, iş işten geçmiş olur…”

Akıllı kimseler önceden ağlarlar, ahmaklar ise işin sonunda başlarına vurup hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında iken sonunu gör de kıyamet gününde pişman olma!” buyurur.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de bu idrâk içinde dünya ve onun câzibelerine aldanmaktan kurtuldu. Dünyevî bakımdan zirve bir mevkîde ve müreffeh bir hayata sahipken, Hak dostlarının irşâdına nâil olmak ve hakîkat ikliminden hisseyâb olabilmek için, bütün fânî câzibelerden yüz çevirdi. Gurur, kibir, benlik ve enâniyetini âdeta ayaklarının altına alarak nefsini yerle bir etti. Makam-mevkî, şan-şöhret, mal-mülk engellerinin hepsini aştı. Fânî dayanaklardan müstağnî olup yegâne sığınak, barınak ve dayanak olarak Cenâb-ı Hakkʼa tevekkül ve teslîmiyet hâline ulaşınca, hem maddî hem de mânevî bakımdan müstesnâ ikram ve ihsanlara erişti. Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla, hem insanlığa hem de cihan sultanlarına yön veren bir gönül sultânı oldu.

Yine Hüdâyî Hazretleri, nâil olduğu maddî-mânevî vâridâtı sırf kendine saklamak veya kendine harcamak yerine, Allah rızâsı için ümmet-i Muhammedʼe cömertçe vakfetti. Nitekim onun kurduğu vakıf, büyük bir teselsül bereketine mazhar olarak, aradan geçen dört asra rağmen, bugün hâlâ maddî-mânevî hizmetlerine devam etmektedir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Buyruğun tut Rahmânʼın

Tevhîde gel tevhîde

Tazelensin îmânın

Tevhîde gel tevhîde

[Tevhîd; Cenâb-ı Hakkʼın birliğine inanıp Oʼnun hiçbir şerîki ve nazîri, yani ortağı ve benzerinin bulunmadığını, kalben tasdik etmektir.

Hakîkat ehli ârif kulların tevhîdi ise, buna ilâveten, sebeplere bakarken Müsebbibʼi, eserlerde Müessirʼi, sanatta Sanatkârʼı, velhâsıl her oluşun mutlak fâili olarak Cenâb-ı Hakkʼı görebilmektir. Kalben ve rûhen kendini her an ilâhî huzurda bilmektir.

 “Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) âyetinde bildirildiği üzere, zikr-i dâimî hâlinde yaşamaktır. Neye baksa Cenâb-ı Hakkʼı hatırlamaktır. Çünkü ibret ve hikmet nazarıyla okuyabilenler için, bu kâinat kitabındaki her varlık, Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azametini bildiren kevnî âyetlerdir.

İşte tevhîd, bu şuura ererek her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakʼla kalbî beraberliğe yakışan hâl ve davranışları sergilemektir.

Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan” denildiği gibi, enâniyet ve benliği aradan çıkarıp kendini tamamen Cenâb-ı Hakkʼa teslîm etmek ve Oʼnun emirlerine cân u gönülden râm olmaktır.

Nasıl ki Sakarya Nehri, Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık Karadenizʼde Sakarya bulunamaz ve o artık Karadeniz’de kaybolursa; mü’min de nefsânî arzularını bertaraf ederek, irâdesini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinde ifnâ etmelidir. Kul, ancak bu takdirde tevhîdin hakîkatinden hisseler alabilir.

Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;

Her kim ki, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse «لَا» (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmazlar.”

Düşünmek îcâb eder ki bir iplik, pek çok lifin birleşmesiyle meydana gelir. Onun bir iğne deliğinden geçebilmesi için, liflerinin birliğini koruması elzemdir. Her lif, ayrı bir baş çekerse, ipin ucu çatallanır, birliği/tevhîdi bozulunca da iğnenin deliğinden geçemez.

Bir müʼminin, Hakkʼa vuslat yolundaki ince eleklerden geçebilmesi de, Allah yolunda rûhunu inceltip zarifleşerek, hiçliğini idrâk etmesine bağlıdır.

Nasıl ki bir merceği Güneş ışığına tuttuğumuzda, teksif olan huzmeler, altındaki bütün çerçöpü yakıp kül hâline getirirse, her müʼmin de kelime-i tevhîde teksif olarak, kalbindeki nefsânî ihtiraslar için böyle bir mânevî temizlik yapmalıdır.

Zira Abdullah Dehlevî Hazretleri:

Nefsinin arzularına esir olan kişi, nasıl Allâha kul olabilir ki?!” buyurur.

Hakîkaten, insanın Rabbini bırakıp da en çok kulluk ettiği bâtıl ilâh, kendi nefsidir. Yani Allâhʼın emrini îfâya mânî olan keyfî kararlarıdır. İlâhî hakîkatlere ters düşen “bana göre”leridir. İslâmʼın hükümlerine uymayan “bence” ifadeleridir. İbadetleri, sırf Allâhʼın emri olduğu için değil de, fânîlerin gözüne girmek veya onların gözünden düşmemek gibi, süflî ve dünyevî niyetlerle bulanık olarak edâ etmektir. Bu ise, tevhîdin zıddı olan “gizli şirk”tir.

Bunun için, tevhîd inancının sırf sözde kalmayıp hâl ve davranışlara da yansıması zarurîdir. Yani sadece lâfta değil; fiil, sıfat ve ahlâkta da tevhîd ehli olabilmek gerekir.

Hüdâyî Hazretleriʼnin şiirinden de anlaşıldığı gibi, tevhîdin en güzel ispatı, her dâim Cenâb-ı Hakkʼın buyruğunu tutmaktır. Yani “Allâhʼın varlığına, birliğine inandım.” demek kâfî değildir.

Nitekim âyet-i kerîmede;

“İnsanlar, sadece «îmân ettik» demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?!” (el-Ankebût, 2) buyrulmaktadır.

Dolayısıyla fiilî tevhîd”, kulun yaşayışını Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu hâl ve davranışlarla bir hâle getirebilmesidir. Müʼmin, Rabbinin râzı olduğu hâl ve davranışları sergilediği nisbette, tevhîdi yaşar, îmânı tazelenir, inancı kuvvet bulur.

Diğer taraftan, tevhîdin özüne ve rûhuna aykırı düşen ve gazab-ı ilâhîyi celbeden her türlü hâl ve davranıştan da titizlikle sakınmak gerekir. Aksi takdirde tevhîdin hakîkatinden hisse alabilmek mümkün değildir.

Hak dostlarından İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız!

Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz!

Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz!

Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz!

Cennetʼi bilirsiniz, onu kazanmak için gereken gayreti göstermezsiniz!

Cehennemʼi bilirsiniz, endişe duymazsınız!

Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız!

Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız.

Böyle olunca, bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!”2

Unutmayalım ki İslâm, “Cenâb-ı Hakk’a kısmen değil tam teslîm olmak”tır. Dolayısıyla müslüman, İslâmʼın kâidelerini hayatının hiçbir safhasında bir kenarda unutmamalıdır.

“–Şimdi Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirirsem; şu dünyevî menfaatim ne olacak?..” gibi nefsânî kuruntuları bir tarafa bırakmalı ve her hâlükârda;

“–Benim için mühim olan nefsimin değil, Sen’in hükmündür yâ Rabbi! İşittim ve itaat ettim!” demelidir.

Aksi takdirde şu ilâhî tehdidin muhâtabı olmaktan sakınmalıdır:

(Rasûlʼüm!) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allahʼtan, Rasûlʼünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Tâbiînden Vehb bin Münebbih Hazretleri’ne:

“–«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözü, Cennet’in anahtarı değil mi?” diye sorulduğunda:

“–Evet, öyledir, fakat her anahtarın mutlakâ dişleri vardır. Dişleri olan anahtarı getirirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Cenâiz, 1. Krş. Tirmizî, Îmân, 17/2638)

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne de talebelerinden biri:

“–Kelime-i tevhîd, yani «لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözü Cennet’in anahtarıdır, buyruluyor. O hâlde bizi bu kadar sıkıştırarak korkutmanıza gerek var mı?” diye sordu.

Hazret şöyle buyurdu:

“–Doğru. Fakat şu da bir gerçektir ki dişleri olmayan bir anahtar kapıyı açamaz. Kelime-i tevhîd anahtarının dişleri ise şunlardır:

1) Yalan, gıybet ve emsâli kötü sözlerden arınmış bir dil,

2) Hîle ve hıyânetten arınmış (dosdoğru) bir kalp,

3) Haram ve şüpheli şeylerden korunmuş bir mide,

4) (Gurur, kibir, gösteriş gibi) nefsânî gâyelerden (ve mânevî ârızalardan) arındırılmış sâlih ameller.”

Demek ki gerçek tevhîd; hâl, davranış ve ahlâkın ilâhî buyruklarla bir olmasıdır. Hayatın, şerʼî hükümlerin muhtevâsında yaşanmasıdır. Kulu Rabbinden uzaklaştıran fânî ve nefsânî câzibelere meyletmemektir. Hakkʼa vuslat yolundan alıkoyan hiçbir şeye aslâ yüz vermemektir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Yaban yerlere bakma

Cânın odlara yakma

Her gördüğüne akma

Tevhîde gel tevhîde

[Bu âhir zamanda bilhassa gözümüze ve gönlümüze çok dikkat etmeliyiz. Zira nefsânî vitrinler ve şeytânî ekranlar her yanı sarmış durumda. Bazı cadde ve sokakların, internetin yanlış adreslerinin ve televizyonun menfî programlarının manzaraları, âdeta ruhlara zehir saçıyor. Göz görüyor; lâkin onun gaflet ve kasvetinin cefâsını kalp çekiyor.

Bu itibarla gözü ve gönlü haramlardan korumak, kalpteki tevhîd nûrunu muhafaza edebilmek için de elzemdir.

Bir bardaktaki saf ve berrak suya bir damla necâset düşse, o suyun bütün lezzeti kaçar, sâfiyeti bozulur. Bunun gibi gözü haram görüntülerden korumak, kalbî hayatın sıhhati için son derece mühimdir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

Harama bakış, iblisin zehirli oklarından bir oktur. Her kim Allah korkusu sebebiyle onu terk ederse, Yüce Allah, bu davranışına karşılık ona, kalbinde tadını hissedeceği bir îman (lezzeti) bahşeder.” (Hâkim, IV, 349/7875; Heysemî, VIII, 63)

Yine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hazret-i Ali (r.a)’a hitâben şöyle buyurmuştur:

Ey Ali, âniden bir haramı gördüğünde dönüp tekrar bakma! Zira ilk bakış, senin (için affedilmiş)tir, ancak ikinci bakış aleyhinedir (günahtır).” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42-43/2149; Tirmizî, Edeb, 28/2777)

Yani bakılması haram bir şeye gayr-i irâdî gözümüz ilişirse bu ilk bakış mâzur görülür, fakat bakışı devam ettirmek haramdır.

Buna bir misal kabîlinden zikretmek gerekirse, meselâ her arabada bir plaka vardır. Lâkin insanlar yoldan geçen arabaları gördüklerinde, onların plakalarını okumak için nazarlarını derinleştirmezler.

İşte bunun gibi bizler de, haramların câzibelerine karşı takvâ zırhına bürünmeli, gayr-i irâdî gözümüze çarpan haramlardan da sakınarak, iç dünyamızın huzur ve sâfiyetini korumalı, gönül tahtımızı her dâim temiz tutmaya gayret göstermeliyiz.]

Cenâb-ı Hak, bütün hâl ve davranışlarımızı rızâsıyla teʼlif eylesin. Ömrümüzün her safhasını İslâmʼın hayat veren ölçüleriyle tezyîn edebilmeye, cümlemizi lûtf u keremiyle muvaffak kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Attar, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 124, Erkam Yayınları, İstanbul 1984. 2) Attar, a.((s.a.v).a).e. sf. 40. 3) Abdülmecîd el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Dımaşk 1996, sf. 320.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle