Hak Dostlarından Hikmetler Şeyh Sâdî -14-

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir müʼmin, bir yetimin ayağına batan dikeni çıkarmış. O zât vefât ettikten sonra, meşhur sûfî Sadreddin Hocendî onu rüyasında görmüş. O müʼmin, Cennetʼte geziniyor ve şöyle diyormuş:

«Bir diken yüzünden bana nice güller açıldı!..»”

[Yetimlere şefkat ve merhametle sahip çıkmak, Rasûlullah Efendimizʼin en mühim sünnetlerinden biridir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz de hayata gözlerini bir yetim olarak açmıştı. Böylece yetimlik, büyük bir izzet ve şeref kazandı. Yetimleri düşünüp onlara âdeta kol-kanat germek de Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbeden büyük bir ecir vesîlesi hâline geldi.

Hak dostlarından Dâvud-i Tâî Hazretleriʼnin şu kıssası, yetimlerin ârif gönüllerdeki müstesnâ değerini ne güzel ifade etmektedir:

Dâvud-i Tâî Hazretleriʼne, hizmetinde bulunan bir talebesi:

“–Efendim, biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi.

Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konulan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu.

Talebesi:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” deyince o büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti o yetimlere götürüver!” buyurdu.

Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden o sa­mimî talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar. Fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’­ya çıkar!..” buyurdu.

Son nefesinde bile yetimlerin hakkına riâyeti emreden Rasûlullah Efendimiz, ümmetinin yetimleriyle bizzat alâkadar olmuş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Yine Efendimiz r her müʼminin ferdî ibadetler gibi içtimâî ibadetleri de güzelce îfâ etmesini ister, bunun için ashâbına sık sık sorardı:

“(Ashâbım!) Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretine gittiniz mi?

Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Yine Efendimiz r yetimlerin elinden tutmanın, o kırık kalpleri şefkatle ihyâ etmenin fazîletini ifade sadedinde:

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka Cennet’e koyar.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 14/1917)

Fakat şunu da unutmamak îcâb eder ki yetimlerle alâkadar olmak; onlara sadece yeni elbise giydirmek, karınlarını doyurmak ve çikolata-bisküvi ikram etmekten ibaret değildir. Yetimlerle gerçek mânâda alâkadar olmak;

  • Kendi evlâdımıza gösterdiğimiz şefkat ve merhameti onlar için de gösterebilmeyi,
  • Onların dünyaları kadar âhiretlerini de düşünmeyi,
  • Onları zamâne şerlerinden koruyup İslâm şahsiyet ve karakteriyle yetiştirmeyi,
  • Onları Rasûlullah r Efendimizʼin örnek sîretiyle tanıştırabilmeyi,
  • Mâsum yüreklerini vahiyle buluşturabilmeyi gerektirir.

Zira şâirin dediği gibi:

Hiç yetîm olmaz yetîm-i ümm ü eb,

Bil yetîm oldur ki düştü bî-edeb…

“Yetim, anne-babadan mahrum kalan kimse değildir. Asıl yetim, edepten mahrum olan kimsedir.”

Bu itibarla yetimlerin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olup onları edepli ve güzel ahlâklı müʼminler olarak yetiştirmek, yetime sahip çıkma hizmetlerinin en mühim kısmıdır.

Ecdâdımız da “eytâm ve erâmil” yani yetimler ve dullar için hususî vakıflar kurmuş, onların her türlü ihtiyacını karşılamaya gayret etmişlerdir.

Ayrıca İslâm medeniyetinde mahalle de yetimler ve dullar için mânevî bir teminat olmuştur. Zira yetim kızların çeyizlerini hazırlamak, onları evlendirip yuvalarını kurmak, en büyük hayır-hasenat vesîlelerinden biri olarak telâkkî edilmiştir.

Peki, yetim ve öksüz bir Peygamberʼin ümmeti ve fazîletler medeniyeti inşâ etmiş bir ecdâdın torunları olarak bizler, bugün ümmetin dul, yetim ve öksüzlerine karşı ne kadar duyarlı hâldeyiz?

Unutmayalım ki yetimler, dullar, yoksullar, mazlumlar bize ilâhî birer emânettir. Din bize, vatan bize, ümmet bize emânettir. Elimizin ve gönlümüzün ulaşabildiği her yerdeki muhtaç ve muzdaripler bize zimmetlidir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Bir yetimi boynu bükük, üzgün gördüğün vakit, onun karşısında kendi evlâdını öpme!”

[Bugün Gazze başta olmak üzere ümmetin mazlum coğrafyalarında sayısız yetimin boynu bükük, kalpleri kırık…

Hazret-i Mevlânâ;

“Yeryüzünde üşüyenler varken ben ısınamıyorum.” buyuruyor.

Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri de aynı hassâsiyetle;

“Türkistan’dan Şam’a kadarki sahada, birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır; bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”[1] buyuruyor. Böylece ümmetin derdiyle gerçek mânâda dertlenen bir mü’minin gönül ufkunu sergiliyorlar.

Bizler de bugün ümmetin mazlum ve mağdurlarının, dul ve yetimlerinin acılarına bîgâne kalmaktan hicap duymalı, bunun Allah indindeki vebâlinden titizlikle sakınmalıyız.

Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Yetimi sakın ezme!” (ed-Duhâ, 9) buyuruyor. Yetimler mahzunken onlara nisbet yaparcasına gülüp eğlenme duygusuzluğu, onların rakik yüreklerini daha da yaralar. Bu ise âyet-i kerîmede men edilen “yetimi ezme”nin, yani ona ezâ ve cefâ etmenin bir başka şeklidir.

Bu itibarla ümmet-i Muhammed mahzun iken bizler mutlu ve huzurlu olamayız. Gazzeʼnin hâli ortadayken zevk u safâ içinde eğlenmek; ümmetin derdiyle dertlenen bir müʼminin şahsiyet ve karakteriyle aslâ bağdaşmaz.

Mehmed Âkifʼin dediği gibi:

Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan!

Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bâri gülmekten utan!..

Bizlere örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, din kardeşlerinin derdiyle dertlenmeyi nasıl anlıyordu, bizler nasıl anlıyoruz? Meselâ:

■ Müslümanlara her türlü ezâ ve cefânın revâ görüldüğü Mekke devrinde Osman bin Maz’un , müşriklerin ileri gelenlerinden Velid bin Muğîre’nin himâyesinde rahat bir hayat sürüyordu. Fakat o mübârek sahâbî, Rasûlullah r ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını görünce, kendi rahatlığından utanarak tefekküre daldı:

“Vallâhi, arkadaşlarımın ve aile efrâdının Allah yolunda çektikleri türlü türlü çileleri benim çekmeyişim, bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayışım, büyük bir noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diyerek, hâmîsi Velîd’in yanına gitmiş ve ona himâyesini iâde etmişti.[2]

■ Hudeybiye günü Hazret-i Osman, Rasûlullah Efendimiz tarafından elçi olarak Mekke’ye gönderilmişti. Hazret-i Osman, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Fakat müşrikler o yıl için müslümanlara izin vermediler. Sadece Hazret-i Osman’a:

“–İstiyorsan sen şimdi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Hazret-i Osman ise:

“–Allâhʼın Rasûlü Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. O’nun kabûl edilmediği yerde ben de yokum!..” diyerek, Rasûlullah’a olan candan bağlılığını, nâiliyette de mahrumiyette de müslümanlarla bir ve beraber olduğunu îlân etti.

Hazret-i Âişe c, bir yemekten doyduğu zaman ağlamaklı olur, bazen de kendini tutamazdı. Bir defasında bu hâlinin sebebi sorulunca şu cevabı verdi:

“−Rasûlullah r’in dünyadan ayrılıp gittiği ânı hatırlıyorum; vallâhi O, et ve ekmekten günde iki defa karnını doyurmamıştı.”[3]

Abdurrahman bin Avf t oruçlu olduğu bir gün, önüne oğlu tarafından zengin bir iftar sofrası konulmuştu. O ise önündeki yiyeceklere bakıp şöyle dedi:

“Mus’ab bin Umeyr t, Uhud’da şehîd edildi. O, benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Sonra dünyalık olarak bize her şey verildi. Doğrusu iyiliklerimizin karşılığının bu dünyada verilmiş olmasından, (buna mukâbil âhirette mahrum kalmaktan) korkuyorum.”

Daha sonra Abdurrahman bin Avf t gözü yaşlı hâlde yemeği bırakıp sofradan kalktı.[4]

Bugün Gazzeli kardeşlerimiz de hepimizi bir vicdan muhâsebesine sevk etmeli. Düşünmeliyiz ki;

  • Ümmetin mazlumlarının yüzü gülmeden bizler gülme hakkına nasıl sahip olabiliriz?!
  • Ümmetin mazlumları açken, karnımızı nasıl tıka basa doyurabiliriz?!
  • Din kardeşlerimiz düşman tasallutu altındayken ve evleri-yurtları bombalanırken, bizim gönül hânelerimiz nasıl müsterih olabilir, huzur içinde sabahlara kadar nasıl uyuyabiliriz?..

Diğer taraftan, ümmetin mazlumları için sadece üzülüp gözyaşı dökmek de çâre değil. İsmail Atâ Hazretleri:

“Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.” buyurduğu gibi, din kardeşlerimiz için yapılabilecek ne varsa gücümüz yettiğince yapmalı, bu yolda ne imkânımız varsa seferber etmeliyiz. Sesimizin duyulduğu her yerde, sözümüzün geçtiği her alanda, zâlimleri boykot ve protesto etmeye, mazlumların haklı dâvâsını savunmaya devam etmeliyiz. Kalbî ve fiilî duâlarımızla dâimâ kardeşlerimizin yanında olmaya çalışmalıyız.

Şunu da unutmayalım ki Osmanlıʼdan sonra âdeta imâmesi kopmuş tespih taneleri gibi darmadağınık olan İslâm âlemi başsız, ümmet-i Muhammed de yetim kaldı. Dün Fatihʼin yetimi Bosnaʼda, bugün Abdülhamid Hânʼın yetimi Filistinʼde yaşanan katliam ve mezâlimleri -maalesef- gördük/görüyoruz…

Bugün ümmetin yetimlerinin yüzünü güldürebilmenin yegâne yolu, tevhîd dîni İslâmʼın mensupları olan müslümanların “vahdet”inden, yani bir ve beraber olmasından geçiyor. Dolayısıyla İslâm düşmanlarının müʼminler arasına ektikleri fitne tohumlarını temizleyip atmak, kalpleri merhamet ve muhabbetle kaynaştırmak ve İslâm kardeşliğinin yeniden ihyâsı için gösterilecek her türlü gayrete cân u gönülden destek olmak îcâb ediyor.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Herkese lâyık olduğu şekilde ihsân edilmelidir. Kimine ihsan, para vermektir; kimininse kulağını çekip bükmektir.”

[İnfak hususunda evvelâ ihtiyacı doğru tespit etmek ve herkese muhtaç olduğu şeye göre ihsanda bulunmak gerekir.

Meselâ bir annenin yeni doğmuş yavrusuna süt vermesi, onun için belki de en doğru, en isabetli ve en hayırlı bir infak şeklidir. Lâkin evde bir yangın çıkmışsa, o yavruya yapılacak en âcil ve en hayâtî infak, onu yangından kurtarmak olacaktır.

Dolayısıyla infak, sadece maddî imkânları cömertçe paylaşmaktan ibaret değildir.

Rûhî açlığın bedenî açlığı geçtiği zaman ve mekânlarda yapılacak en isabetli infak, tebliğ ve irşaddır. Bilhassa günümüzde, maddî açlıktan ziyade mânevî açlık had safhadadır. Bunun için tebliğ ve irşad hizmetleri, en az maddî yardımlar kadar kıymetli, hattâ onlardan daha ehemmiyetli durumdadır.

Aç bir insanın karnını doyurmak elbette sevaptır. Fakat onun rûhunu doyurmak ve âhiretini kurtaracak bir yardımda bulunmak, o insana yapılabilecek iyilik ve ihsanların zirvesidir.

Nitekim bu sâlih amelin kıymetini ifade sadedinde Rasûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali’nin şahsında bütün ümmetine şöyle buyurmuştur:

“Bir insanın, senin vâsıtanla hidâyete ermesi, senin için (en kıymetli dünya nîmeti olan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143)

Ayrıca;

“Kardeşine göstereceğin tebessüm, bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır. Gözü görmeyen kimseye yardımda bulunman sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp kenara atman sadakadır. Kendi su kabından kardeşinin kabına su boşaltman sadakadır.”[5] hadîs-i şerîfi, infâkın mâhiyetini doğru anlamamız için kıymetli bir anahtar hükmündedir.

Buna göre infak gayreti, hayatımızın her safhasına aksetmelidir:

‒Rabbimizʼin ihsân ettiği her türlü imkânı, Allah yolunda seferber etmek de infaktır.

‒Bedenî güç ve kuvveti Allah yolunda sarf etmek de infaktır.

‒Evlâtlarımızı ve talebelerimizi, İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirmemiz de infaktır.

‒İslâm’ın yaşanarak hâl ile tebliğ edilmesi, belki de infâkın en güzel şeklidir.

Velhâsıl, dünyevî ihtiyaçlar gibi uhrevî ihtiyaçları da göz ardı etmemek gerekir. Kimi paraya muhtaçtır, kimiyse terbiyeye, îkaz ve irşâda muhtaçtır…

Rasûlullah Efendimiz:

“‒Din kardeşin zâlim de olsa mazlum da olsa, ona yardım et!” buyurmuşlardı. Bir adam:

“‒Yâ Rasûlâllah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim?” dedi.

Efendimiz r:

“‒Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu, ona yardım etmektir.” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6)

Demek ki zulüm ve haksızlığa sapmış bir din kardeşini, tuttuğu yanlış yoldan döndürmek, ona yapılacak en kıymetli iyilik ve ihsandır. Onu gafletten uyandırmaya çalışmak, gerçek dostluk ve muhabbetin gereğidir.]

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Toprağın altında cismen ölmüş, lâkin gönlü diri olan kimse, gönlü ölüp de cismen diri olandan daha iyidir. Diri gönül, katʼiyyen ölmez.”

[Nice insan vardır, daha yaşarken mâzî olmuştur; niceleri de vardır ki üzerlerinden asırlar geçmesine rağmen dipdiridirler. Hak âşıkları / evliyâullah, fânî bedenleri toprak altına girse de mâzî olmuyorlar. İbretli kıssalarıyla, hikmet dolu nasihatleriyle, feyizli irşadlarıyla, gönüllerde yaşamaya devam ediyorlar.

Zira “Îmân edip sâlih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 96) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak, sevdiklerinin sevgisini, nasipli gönüllere de ihsân ediyor.

Bir düşünelim:

Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hazret-i Mevlânâ, Abdülkâdir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Aziz Mahmud Hüdâyî ve emsâli Hak dostlarının türbelerine her gün kaç ziyaretçi gidiyor? Bugün hayatta olan bizleri günde kaç kişi ziyaret ediyor? Sormak lâzım; hakîkatte kim ölü, kim diri?..

Şu kıssa ne kadar mânidardır:

Büyük velîlerden Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenazesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada, Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar.

Hazret, önce açıklamak istemez, fakat ısrar edilince şöyle der:

“–Telkini, diri ölüye yapar. Hâlbuki burada telkin verenin kalbi gâfil; mezara girenin kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine şaşırdım.”

Hakîkaten, ölmeden evvel ölmek sırrına eren, yani nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye ederek Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine cân u gönülden teslîm olan bir mü’min, âdeta ölümsüzlük sırrından hisse almış demektir. Bundan mahrum olanlar ise, daha hayattayken bile canlı cenazelerden farksızdırlar.

Tâbiîn neslinden Vehb bin Münebbih g der ki:

“İnsanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felâket, gönlün ölmesidir!”

Bugün bizler de Gazzeʼde ölümle burun buruna yaşayan şehid namzedi din kardeşlerimiz için üzülüyoruz. Onların hâli içimizi acıtıyor. Hâlbuki asıl acınacak hâlde olanlar, belki de onlar değil, bizleriz. Zira onların canları tehlikede olsa da îmanları kavî. Bizim ise bugün canlarımız emniyette olsa da, acaba îmanlarımız onlarınki kadar kuvvetli mi? Allah yolundaki fedakârlıklarımızın seviyesini Gazzeli kardeşlerimizin fedakârlıklarıyla mîzân ettiğimizde, acaba âhirette onlarla aynı Cennetʼlerde olabilecek miyiz?!.

Zira Gazzeli din kardeşlerimiz, en yakınlarını şehid verdiklerinde bile:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156)

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

“…Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir.” (Âl-i İmrân, 173) diyerek, îmânın kazandırdığı metânet, dirâyet, tevekkül ve teslîmiyetin muhteşem misallerini sergiliyorlar. Yani onların bedenleri ölse de gönülleri dipdiri.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin! Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız!” (el-Bakara, 154)]

Rabbimiz, mazlum din kardeşlerimize karşı kardeşlik imtihanlarımızda cümlemizin yardımcısı olsun. Bu husustaki bütün hatâ, kusur ve noksanlıklarımızı affeylesin. Mazlum kardeşlerimizi lûtf u keremiyle selâmete çıkarsın. Islâhı mümkün olmayan zâlimleri de Kahhâr ism-i şerîfi hürmetine kahr u perişan eylesin. Ümmet-i Muhammed’e uyanış, diriliş, birlik, beraberlik, kardeşlik ve huzur hâli ihsân eylesin.

Âmîn!..

 

 

[1] Ferîdüddîn Attâr, Tezkire, sf. 604.

[2] Bkz. İbn-i İshâk, s. 158; Heysemî, VI, 34.

[3] Tirmizî, Zühd, 38/2356. Krş. Müslim, Zühd, 1.

[4] Buhârî, Cenâiz, 27.

[5] Tirmizî, Birr, 36/1956.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle