Hak Dostlarından Hikmetler: Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 1

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri (1541-1628), Anadoluʼda yetişen, ilminden, irfânından ve vakfından günümüzde dahî ümmetin müstefîd olduğu, mâneviyat semâmızın yıldız şahsiyetlerinden biridir.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe hitâben yazdığı ilâhîlerinin birinde;

Nʼola eylersen Hüdâyî’ye nazar,

Ceddim ü pîrimsin ey kân-ı atâ…”1 diyerek dile getirirken, diğer bir ilâhîsinde de;

Ceddim ü pîrim sultan,

Sen’sin yâ Rasûlâllah…” mısrâlarıyla ifade eder.

Hüdâyî Hazretleriʼnin; ilim ve irfan hizmetlerinin yanı sıra, ibretlerle dolu hayatı da başlı başına bir ders mâhiyetindedir.2

Nitekim zirve seviyede bir tahsil hayatının ardından tâyin edildiği müderrislik ve kadılık makamları, kendisine toplum nezdinde büyük bir îtibar kazandırmıştı. Lâkin o, karşılaştığı hâdiselerdeki mânevî işaretleri gönül gözüyle okumasını bildi ve hakîkat iklimine yöneldi.

Kulu Hakkʼa vâsıl edecek vesîleler -meşhur tâbiriyle- mahlûkatın nefesleri adedince çoktur. Kadı Mahmudʼun Hakkʼa vuslat yoluna yönelmesine de, bir karı-kocanın mânevî sırlarla dolu dâvâsı vesîle oldu. Samimiyetle bu dâvânın peşine düşünce, kendisini Üftâde Hazretleriʼnin kapısında buldu.

İrşâdına nâil olduğu Üftâde Hazretleriʼnin dergâhında, evvelâ şan-şöhret, makam-mevkî ve servetin; Hakkʼa vuslata mânî olan nefsânî prangalarını kırıp attı. Böylece -kendi tâbiriyle- “Matlab-ı Âlâ ve Maksad-ı Aksâ” yani “en yüce gâye olan Cenâb-ı Hakk”a yakınlığın vecd ve istiğrâkı içinde bir kulluk hayatına nâil oldu.

Kulu Rabbinden gâfil bırakan nefsânî isteklerin, zevâle mahkûm gölgeler mâhiyetinde olduğunu derinden idrâk etti. Bütün varlık ve benlik vehimlerini, Cenâb-ı Hakkʼın mutlak varlığında ifnâ etmeyi en büyük saâdet hazinesi telâkkî eden, ârifâne bir gönül ufkuna ulaştı.

Zira mânevî hayatta her şey, hiçliğini idrâk ettikten sonra başlar. Nefsini bilen Rabbini bilir. Nefsin gurur, kibir, ucub, enâniyet ve arz-ı endam / kendini gösterme heveslerini bertaraf etmeden, Hakkʼa vâsıl olabilmek mümkün değildir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Tasavvufun en mühim gâyelerinden biri de, kulu “tevhîd”in rûhuna aykırı olan “arz-ı endam” gafletinden kurtarmaktır. Ona bir “abd-i âciz” olduğunu idrâk ettirmektir. Fânî bir imtihan âlemi olan bu dünyada, Cenâb-ı Hakkʼa karşı “arz-ı hâl” üzere, yani edep, tevâzu ve hiçlik ikliminde bir kulluk hayatı yaşatabilmektir.

İşte Hüdâyî Hazretleri, nefsin varlık ve benlik duvarlarını yıkabilmek için; şan, şöhret, makam ve serveti terk etti. Dergâhta helâ temizledi, Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer sattı. Sıkı bir riyâzat ve mücâhede ile, üç yıl gibi kısa bir sürede seyr (a.s) sülûkünü ikmâl etti. Gönlünde bambaşka ufuklar açıldı. Tıpkı Mevlânâ Hazretleriʼnin, ilmin zirvesinde olmasına rağmen, henüz kalbî hayatta yeterince mesafe almamış olduğu dönem için hamdım” demesi, buna mukâbil Şems-i Tebrizî adında bir dervişin gönlüne attığı ilâhî aşk kıvılcımı ile âdeta tutuşup kendisine ötelerden pencereler açıldığı zamanki hâline piştim” ve yandım” demesi gibi…

Şu bir hakîkattir ki mânevî irşâd ile kemâle ermemiş ham bir nefsin elinde;

İlim, fayda vermek yerine zulme âlet olabilir,

Makam-mevkî, bir hizmet vâsıtası olmaktan çıkarak nefsâniyeti palazlandıran bir fitne hâline gelebilir,

Şan-şöhret ise kalbin zebûn olduğu putlara dönüşebilir.

Yani zâhiren çok kıymetli görünen şeyler, vâsıta olmaktan çıkarılıp gâye hâline getirilirse, kulun ebedî hayata eli boş bir müflis olarak gitmesine sebebiyet verebilir.

Hüdâyî Hazretleri, varını-yoğunu terk ederek kâmil bir mürşidin rehberliğine sadâkatle râm olmasaydı, tarihte sayısız misâli bulunan sıradan bir müderris ve kadı olarak kalacaktı. Fakat o, Üftâde dergâhında nefsânî prangalardan kurtularak mânen kemâle erince; toplumun en alt kademesinden cihan padişahlarına kadar çok geniş bir kitleyi irşâd eden müstesnâ bir “gönül sultanı” oldu.

Bu devlete mağrûr olma

Fânî zevke mesrûr olma

Tâat-i Hakʼtan dûr olma3

Aç gözün gafletten uyan!..

gibi manzum telkinlerle, yazdığı sayısız mektupla, verdiği nasihatlerle, sultanlara ve devlet erkânına da mânen rehberlik etti.

Hakîkaten Hüdâyî Hazretleri, Osmanlıʼnın kuruluş yıllarında Edebali Silsilesinin îfâ ettiği kıymetli irşad hizmetini, Devlet-i Aliyyeʼnin en geniş sınırlarına ulaştığı bir devirde, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen, ender şahsiyetlerden biri oldu.

Yunus Emre Hazretle-riʼnin, “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” dediği gibi, Hak âşığı Hüdâyî Hazretleri de, vefatının üzerinden geçen dört asra rağmen, gerek ardında bıraktığı eserleriyle, gerek dilden dile dolaşarak kalplere rûhâniyet bahşeden ilâhîleriyle, gerekse müstesnâ bir teselsül bereketine mazhar olan vakfıyla, hizmetlerini fânî hayatından sonra da sürdürerek, gönüllerde yaşamaya devam ediyor.

Zira Cenâb-ı Hak, sevdiği kullarını nasipli gönüllere sevdiriyor, onları unutturmuyor. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) buyruluyor.

Hakîkaten Hak dostları, fânî bedenleri toprak altına girdikten sonra dahî unutulmuyor; hürmet, muhabbet ve hayırla yâd ediliyor. Kabirleri dahî, -bilhassa muhabbet ehli müʼminler için- müstesnâ bir câzibe merkezi olmaya devam ediyor. Nitekim;

Fenâ bulup hayât alam şu dem ki aşk-ı yârimden

Muhabbet isteyen gelsin haber sorsun mezârımdan

diyen Hüdâyî Hazretleriʼnin türbesine uzaktan-yakından gelen ziyaretçiler, bu hakîkatin bâriz bir tezâhürüdür.

Velhâsıl Hüdâyî Hazretleri gibi vâris-i enbiyâ olan kâmil mürşidler, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve Oʼnun yetiştirdiği ashâb-ı kirâmı göremeyenler için, nebevî ahlâkın zamanlara yayılmış zirve temsilcileridir.

Bizler de -inşâallah- bu yazı serîmizde, Seyyid Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleriʼnin manzum ve mensur eserlerinden seçtiğimiz birbirinden kıymetli ifadeleri etrafında, onun gönül dokusundan hisseler almaya gayret göstereceğiz.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Sultân-ı Kevneyn4 doğduğu

h-ı mübârektir5 gelen

Âlem münevver olduğu

Ol Mevlid ayıdır gelen

Geldi çün ol Hayru’l-Enâm6

Oldu müşerref hâs (a.s) âm7

Hak’tan âna8 bin bin selâm

h-ı mübârektir gelen

[Cenâb-ı Hakkʼa şükürler olsun ki, bizleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin cihânı teşrif ettiği mübârek Rebî-ulevvel ayına ve Mevlid Kandiliʼnin feyizli iklimine tekrar kavuşturdu.

Velâdet-i Nebîʼyi idrâk ve ihyâ etmek; her şeyden önce, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ümmet olmanın sevincini ve huzurunu, gönülden hissetmekle başlar. Peygamber Efendimizʼin cihânı teşrîfine sevinmek, her müʼminin gönül vecdi ve kulluk edebidir. Hüdâyî Hazretleri de Peygamber Efendimizʼin velâdetine ithâfen birçok şiir kaleme alarak, bu sevinç ve coşkusunu dile getirmiştir.

İmam Kastalânî (r.a) şöyle bir kıssa nakleder:

Peygamber Efendimizʼin amcası Abbas (r.a), müşrik olarak ölen kardeşi Ebû Leheb’i rüyada görür:

“–Hâlin nasıl?” diye sorar.

O da şöyle cevap verir:

“–Cehennemʼdeyim, acıklı bir azap içindeyim. Yalnız pazartesi günleri azâbım hafifliyor. Zira (Muhammedʼin doğduğu gün) câriyem Süveybe; «Bugün bir yeğenin dünyaya geldi!» diye müjde getirdi. Ben de sırf akrabalık asabiyeti sebebiyle sevindim ve «Hürsün!» diye onu âzâd ettim.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa‘d, I, 108, 125)

Kıraat ve hadis âlimi olan İbnü’l-Cezerî (v. 1429) bu hâdise hakkında der ki:

“Bir Allah ve Rasûlullah düşmanı, sırf akrabalık asabiyetiyle sevindiği için, azâbının hafifletilmesi mükâfâtına nâil olursa, bir mü’min bu Rebî-ulevvel ayında Efendimiz’e olan muhabbeti sebebiyle ve ümmet-i Muhammed olmanın sevinciyle sadakalar verir, sohbetler eder, Kur’ân-ı Kerîm ve kasîdeler okutursa, kim bilir nasıl bir ecre nâil olur?..” (Bkz. Kastalanî, Mevâhib-i Ledünniye, I, 39)

Bizler de -inşâallah- bu mübârek ayın feyz ve rûhâniyetinden istifâde edebilmek için, hayır-hasenâtımızı ve sâlih amellerimizi mümkün olduğunca artırmaya gayret gösterelim. Ümmet-i Muhammedʼin fakir, garip, yetim ve kimsesizlerine yardım elimizi uzatalım. Bilhassa vatanımıza sığınan Muhâcirlere Ensâr olarak onların mahzun gönüllerini sevindirelim. Zira ümmete şefkat ve merhamet göstermek, bir anne-babanın evlâdını düşündüğünden çok daha fazla ümmetini düşünen Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin azîz rûhunu şâd edecek en güzel sâlih amellerden biridir.

Fakat şunu da unutmayalım ki, bir müslümanın Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le münâsebeti, belli zamanlara has bir merasimden ibâret kalmamalıdır. Bu sebeple her sene idrâk ettiğimiz Mevlid Kandili’ni ihyâ etmenin en güzel şekli;

–Ömrümüz boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile kalben beraber olmamızdır.

“–Efendimiz (s.a.v) şimdi yanımızda olsa, bizim hâlimize tebessüm eder miydi, yoksa mübârek yüreği mahzun mu olurdu?” duygu ve düşüncesini, son nefesimize kadar kalbimizde taşımamızdır.

–Atacağımız her adımda ve alacağımız her kararda, evvelâ Allah ve Rasûl’ünün râzı olup olmayacağını düşünebilecek bir kalbî hassâsiyet sahibi olmamızdır.

Yani Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i nasıl ki Mevlid Kandili’nde yâd ediyor, O’nunla yakınlığımızı artırmaya gayret gösteriyorsak, bunu bütün bir ömrümüze teşmil etmemiz zarurîdir. Zira Efendimiz’i hatırlamayı belli zamanlara hasredip hayatımızın diğer safhalarında O’nu unutursak, bu, Efendimiz’e muhabbetimizin samimiyetini şüpheli hâle getirir.

Yani Fahr-i Kâinât Efendimiz’i câmide, sohbette, umrede, Mevlid Kandiliʼnde yâd ettiğimiz gibi; evimizde, evlâtlarımızı terbiye edişimizde, iş yerimizde, mektebimizde, çarşı-pazarda da kalbimizde taşımalı, hayatımızı her dâim Oʼnun hayat veren ölçüleriyle tanzim etmeye gayret göstermeliyiz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Kudûmun rahmet ü zevk (a.s) safâdır yâ Rasûlâllah

Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllah

Nebî idin dahî Âdem dururken mâ (a.s) tıyn içre

İmâm-ı enbiyâ olsan revâdır yâ Rasûlâllah

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın

Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllah...

[“Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimizʼin cihânı teşrîfi, bütün kâinat için huzur, bereket ve saâdet vesîledir. Oʼnun zuhûruyla Hak âşıkları dertlerine devâ bulmuştur.”

Oʼnun şânı öyle yücedir ki daha Hazret-i Âdem (a.s) su ve çamur arasındayken, yani henüz yaratılmamışken, Cenâb-ı Hak Habîbʼinin nûrunu nübüvvetle taçlandırmıştır. Dolayısıyla peygamberlerin imâmı ve öncüsü olmak, Oʼna lâyıktır.”

Hüdâyî Hazretleri, bu şekilde Peygamber Efendimizʼin şânını beyân ettikten sonra, Oʼndan en mühim talebini dile getirir:

Yâ Rasûlâllah! Kapına bağlanmış bu gönüllü kölen Hüdâyîʼye, hem zâhiren hem de bâtınen şefaat eyle!..”

İbn-i Arabî Hazretleri şöyle der:

“Allah Teâlâ, Hazret-i Muhammed (s.av)ʼe peygamberliğini müjdelediği vakit, Âdem (a.s) henüz yoktu, su ile çamur arasında idi... Böylece nebî ve rasûller vâsıtasıyla ortaya çıkan bütün şerîatlerin evveli ve bâtını olma hükmü, Allah Rasûlü için tahakkuk etmiş oldu. Peygamber Efendimiz daha o zaman şerîat sahibi idi. Çünkü hadîs-i şerîfinde; «Âdem rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.» buyurmuştur. (Tirmîzî, Menâkıb, 1) «Ben insandım.» veya «Ben mevcuttum.» buyurmamıştır. Nübüvvet de, ancak Allah tarafından kendisine verilmiş bir şerîatle söz konusu olur.” (İbn-i Arabî, el-Fütûhât, II, 171; IV, 66-67)

Yani Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, nûrunun yaratılışı ve ona risâlet izâfesi bakımından, Hazret-i Âdem (a.s)’dan öncedir. Cismâniyet kazanıp âlemimizde zuhûr etmesi bakımından ise, nübüvvet takviminin son yaprağıdır.

Cenâb-ı Hak, Sevgili Rasûl’ünü -mecâzî bir ifade ile- hem “zarf” hem de “mazrûf” olarak yaratmıştır. Efendimiz (s.a.v), kulları mârifetullâh’a ulaştıran hakîkatlerin yazılı olduğu mektubun zarfı mevkiindedir. O zarfı açıp kalbî bir rikkatle okuyabilenler, ilâhî sır, hikmet ve hakîkatlerden hisseler alırlar.

Yine ârif zâtların beyanlarına göre, mevcudâtın varlık sebebi, Rasûlullah (s.a.v)’in mânevî şahsiyetini temsil eden Nûr-i Muhammedî’ye duyulan ilâhî muhabbettir. Bütün kâinat, âdeta Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir “mazrûf” olarak yaratılmıştır.

Nâdide bir mücevher, önce bir pamuk üzerine konulup sonra da kıymetli bir kutuda muhafaza edilir. Kutunun bütün kıymeti, içinde taşıdığı cevher sebebiyledir. İşte Efendimiz (s.a.v) de kâinat zarfının mazrûfu mevkiindedir.

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) onları temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164)

Hakîkaten, -rivâyete göre- yüz yirmi dört bin küsur peygamber arasında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ümmet olmak, meccânen nâil olduğumuz, muazzam bir nîmettir. Bu büyük nîmetin ne kadar farkındayız? Bu müstesnâ lûtfun şükrünü ne kadar edâ edebiliyoruz?..

Ömrümüzün her ânında; bizim için şefkat ve merhamet dolu, rakik bir sîne olan Fahr-i Kâinat Efendimiz’e ümmet olma bahtiyarlığına erişmenin sevinci içinde olmalıyız. Ne zaman fânî kaygı ve endişelerin girdabına sürüklensek, bu bahtiyarlığı hatırlayıp ferahlamalıyız. Düşünmeliyiz ki;

Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken on lira düşürüp kaybetse onun için üzülür mü? O trilyonların yanında on liranın ne hükmü olur?

Biz de dünyevî bir musîbetle karşılaştığımızda; Allâhʼa kul, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼe ümmet olmanın ne muazzam bir nîmet ve bahtiyarlık olduğunu düşünüp sabredeceğiz. Şikâyeti, sızlanmayı unutacağız. Dünya imtihanlarındaki meşakkatlere mukâbil, yegâne hak dîn İslâmʼın bir mensubu ve Âlemlere Rahmet Efendimizʼin ümmeti olmanın huzur ve saadetiyle tesellî bulacağız…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Karâbet/yakınlık; «tıyniyye» ve «dîniyye» olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci yakınlık, nesep ile (zürriyet yoluyla) olandır. İkinci yakınlık da ruhların aynı cinsten olmaları, huyların benzeşmesi ve sâlih ameller münâsebetiyle olur.

Bundan dolayı, Rasûlullah rʼin yoluna hidâyet üzere tâbî olan sülûk ehli, Ehl-i Beyt ve yakın akraba cümlesindendir.”

[Peygamber Efendimiz’e yakınlık -tıpkı Allah katında üstünlük hususunda olduğu gibi- yalnızca “takvâ” sırrına bağlıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz (s.a.v):

Dikkat edin, benim dostlarım babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” buyurmuşlardır. (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14)

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Ehl-i Beyt’ini her fırsatta kulluk vazifelerini îfâ etmeye ve sâlih amellerde bulunmaya teşvik etmiştir. Son anlarını yaşarken bile şu îkazda bulunmuştur:

Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14)

Ashâb-ı kirâmın da en büyük arzusu, Allah Rasûlü ile bu dünyada nasîb olan beraberliği, âhirette de devam ettirebilmekti. Bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.v), ashâbına şu ölçüyü bildirdi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Enes (r.a) der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi, Allâh’ın Nebîsi’nin;

«Muhakkak ki sen, sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)

Ebû Kurâd es-Selemî (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v)’in yanındaydık. O (abdest almak için) temiz su istedi ve elini suya daldırdı. Sonra abdest aldı. Biz onun abdest suyunu elde etmeye çalıştık, (abdest suyundan) yudumladık. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«–Sizi bunu yapmaya sevk eden şey nedir?» diye sordu. Biz de:

«–Allah ve Rasûlʼünün sevgisi.» dedik.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

«–Eğer Allah ve Rasûl’ünün de sizi sevmesini istiyorsanız; size bir şey emanet edildiğinde ona riâyet edin, konuştuğunuz zaman doğru söyleyin ve komşularınızla iyi geçinin.»” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VI, 320)

Demek ki “Ben Allâh’ı ve Rasûl’ünü seviyorum.” demekle iş bitmiyor. Bu sevginin; hâl ve davranışlarımıza, Allah yolundaki gayretlerimize, ibadet, ahlâk ve muâmelâtımıza, bilhassa evimize, işimize, çocuklarımızı terbiye edişimize, toplumdaki tercihlerimize, velhâsıl hayatımızın her safhasına aksetmesi gerekir.

Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! (Gücünüz nisbetinde) sâlihlerin amelini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız. Zira yahudî ve hristiyanlar da, kendilerince peygamberlerini severler, fakat onlar ile değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)

Dolayısıyla; Kişi, (âhirette) sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfini; “Bu beraberlik için sadece sevgi yeter!” şeklinde anlamak, eksik ve yanlış bir anlayıştır. Âhirette Efendimiz (s.a.v) ile beraber olmak isteyen;

  • İbadet hayatında, ihlâs ve takvâda O’nunla beraber olmaya gayret göstermeli.
  • Merhamet ve cömertlikte, infak ve îsarda O’nunla beraber olma azmi içinde bulunmalı.
  • Allah yolundaki hizmetlerde, tebliğde ve bilhassa Kurʼân eğitimine revaç vermekte, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in heyecan ve gayretinden nasîb almalı.
  • O’nun güzel ahlâkından hisseyâb olmalı...

Eğer bu gayretler yoksa, sevgi sözleri, içi boş ve kuru bir iddiâdan öteye geçemez. Çünkü gerçekten seven bir kimse; sevdiğine özenir, ona benzemeye çalışır.

Bizler de Efendimiz’in ahlâkından nasîb alabilirsek, O’nun gibi, ümmetin derdiyle dertlenebilirsek, Rabbimiz’in izniyle Velâdet Kandiliʼni senenin her gününe yaygınlaştırmış oluruz. Yine o zaman;

Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) müjdesinin muhtevasına girebilen bahtiyar kullardan oluruz -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem (s.a.v) Efendimizʼin gönül dokusundan hisseler alabilmeyi, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi vâris-i enbiyâ olan Hak dostlarının feyz ve rûhâniyetlerinden müstefîd olabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Kân-ı atâ: Bağışlama, ikram, ihsan, lûtuf membaı. 2) Hüdâyî Hazretleri'nin hayatına dair tafsîlâtlı mâlumat için Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI kitabımızın ilgili bahsine bakınız. 3) Dûr olma: Uzak kalma. 4) Sultân-ı Kevneyn: İki cihan sultanı Peygamber Efendimiz (s.a.v). 5) Mâh-ı mübârek: Mübârek ay. 6) Hayruʼl-Enâm: Varlıkların hayırlısı Peygamber Efendimiz (s.a.v). 7) Hâs (a.s) âm: Havâs ve avam, her seviyeden insan. 8) Âna: Oʼna.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle