Ümitsizlik Girdabına Düşmeden Hatırlatmaya Devam!

Etrafımızda gördüğümüz çözülmelere ve gevşemelere karşı hatırlatmaktan vazgeçtiğimiz an, nefis ve şeytanın vesveselerine mağlup olduğumuz andır. İçimizden kızmak ve ayıplamak yerine hakikati hatırlatmayı seçmek Rabbânî ve nebevî bir davranıştır. Nasihat ve nasihatçi sevilmese de bu vazife icra edilmelidir.

İnsanların ve toplumların âkıbetleri hakkında kesin bir hükme varmak, bilgisi son derece sınırlı olan bir insan için haddi aşmaktır. Zan ve kanaatlerimizi kesin bir bilgi olarak görüp ona yaslanarak birilerinin geleceği hakkında konuşmak, aşırı bir cüretkârlıktır. İnsan olarak bizim vazifelerimiz vardır; hüküm ise âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. Bu yönüyle bildiğimiz hakikatleri başkalarına hatırlatmak, gerekirse uyarmak vazifemizdir. Söz ve davranışın en güzelini seçmek ve yine onu zaman ve mekânı gözeterek üslubunca icra etmek, elbette sorumluluğumuzdur. Ancak söz ve uyarıların etkili olup olmaması bizim meselemiz ve sorumluluğumuz değildir.

Firavun gibi ilahlık iddiasında bulunan ve halkına zulmün her çeşidini reva gören biri için bile Rabbimizin iki peygamberini görevlendirmesi ve onlara şu şekilde talimat vermesi son derece dikkat çekici değil midir?

“(Ey Mûsa ve Hârun! Firavuna gidin ve) ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyin, ola ki aklını başına toplar, öğüt alır ya da korkup çekinir.”  (Tâhâ; 44)

Bu âyet-i kerime, muhatap firavun da olsa öğütten etkilenebileceğine ve korkup çekinerek yanlış davranışlarından vazgeçebileceğine işaret eder. Bu yönüyle denilebilir ki her insan, durumu ve konumu ne olursa olsun hatırlatmalardan etkilenebilecek bir fıtrata sahiptir. Bu ihtimal hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Hatırlatma, öğüt verme, yol ve yön gösterme faaliyetlerinin iki veçhesi vardır: Birincisi böyle bir uyarıyı yapan kişinin kendi sorumluluğunun farkında olarak bunu yapması. Diğeri de muhatabın bu hatırlatmalar karşısındaki tutumudur. Muhatabın kendini konumlandırdığı yer neresi olursa olsun hatırlatmayı yapan kimselerin bu vazifeden kendilerini hiçbir zaman azade görmemesi gerekmektedir. Şu âyet-i kerime de bu hakikatin bir ifadesidir:

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz ki!’ deyince onlar, ‘Rabbiniz katında bir mazeretimiz olsun diye; bir de sakınıp çekinirler ümidiyle’ şeklinde cevap verdiler.”  (A'râf; 164)

Evet uyarıyı yapanlar, vazifesini yapmış olurlarken uyarılanlardan da ümit kesilmemesi mesajının verilmesi her iki taraf için önemli bir hatırlatmadır.

İnsanız; unutur, yanılır ya da aldatılarak yanlış yollara savrulabiliriz. Böylesi durumlarda uyarılmalara ihtiyaç hissederiz. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerim’de“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir (koruyup kollayıcılarıdır). Birbirlerine iyiliği ve güzelliği sürekli emreder ve yanlışlardan ve günahlardan da alıkoymaya çalışırlar” (Tevbe; 71) buyurulması, uyarı, öğüt ve yönlendirmelerin sürekli bir vazife olması gerektiğinin bir beyanıdır. Asr Suresi’nde insanı hüsrandan/kayıptan kurtaran dört esasa dikkat çekilirken iman ve sâlih amellerden sonra ‘Hakk’ı ve sabrı birbirine tavsiye edenler’in sayılması manidardır. Bu durum, bu nevi tavsiyeleşmeden uzak olanların, hayatlarının bir şekilde hüsranla bulaşacağına işaret eder. Zira değer ve fazilet merkezli bir hayatı sürdürebilmek güçlü bir irade ister. Güçlü irade de kişinin tek başına sürdürebileceği bir husus değildir.

İnsanlık ailesi olarak birbirimizle görünür görünmez çok sayıda bağlarımız vardır. Bir ağ içinde yaşarız. Olumlu ya da olumsuz bir etkiye maruz kalırız. Bu yönüyle kişinin kendisi olarak kalması, ancak etrafını kendi değer ölçüleriyle inşa edebildiği kadar mümkün olabilecektir. Duyarsızlık, pasiflik, nemelazımcılık, esen rüzgârların önünde savrulmak demek olduğundan bir mümin için asla düşülmemesi gereken bir konumdur. Öyleyse her mümin, imanı nispetinde bir iç dirence sahip olmak durumundadır. Özellikle kötülükler karşısında onları engelleme, ortadan kaldırma ve iyiliği hâkim kılma yolunda aktif, uyarıcı ve yönlendirici bir rol üstlenmeyen kimsede iman zafiyeti vardır ve bu zayıflık, değersizleşme ve hatta kopuş işaretidir.

Nispeti ve kuvveti ne olursa olsun içinde iman taşıyanlara öğüt vermenin bir faydası vardır. Etrafımızda gördüğümüz çözülmelere ve gevşemelere karşı hatırlatmaktan vazgeçtiğimiz an, nefis ve şeytanın vesveselerine mağlup olduğumuz andır. İçimizden kızmak ve ayıplamak yerine hakikati hatırlatmayı seçmek Rabbânî ve nebevî bir davranıştır. Nasihat ve nasihatçi sevilmese de bu vazife icra edilmelidir. İbadetlerini muntazam bir şekilde yerine getirirken terk etmeye başlayanı da Rabbimizin emridir diyerek tesettüre girmişken etrafın ve nefsinin telkinlerine mağlup olarak açılıp saçılmayı seçeni de dürüst bir şekilde işini yapan bir memur, işçi ve esnaf iken sahtekârlığa meyleden kimseleri de kendi haline bırakmamalı, yerinde ve usulünce yapılan hatırlatmalarla yeniden istikamete davet edebilmelidir.

İlişkilerimiz bozulur ya da bana olan sevgi ve saygısı azalır düşüncesiyle uyarı ve hatırlatmalardan geri durmak, nefsânî ve şeytânî telkinlere yenik düşmektir. Şimdilik bir şey söylemeyeyim diyerek işi uzunca bir zamana yaymak da bir başka aldanıştır. Elbette stratejik olarak yerini, zamanını ve usulünü seçmek adına teenni ile davranmak güzeldir; ancak böyle bir planlama olmaksızın işi kendi haline bırakmak, bir gün kendisi anlar demek, yanlışın kökleşmesi, âdetleşmesi ve geri dönülemez noktaya gelmesine fırsat vermek olacaktır.

Davet ve irşada muhatap olanların ilgisizliği, gittikleri yanlış yoldan dönmek istememeleri, hatta karşı koymaları söz konusu olsa bile duyarlılığını kaybetmemiş birilerinin ısrarla hatırlatmaya devam etmesi, tüm toplumu lanetli bir topluluk haline dönüşmekten kurtaracaktır. Rabbimiz şöyle buyurur:

لُعِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ عَلٰى لِسَانِ دَاوُ۫دَ وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ ﴿٧٨﴾  كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ ﴿٧٩﴾

“İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı. İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (Mâide Sûresi  78 - 79)

İnsanlık tarihinde bütün peygamberlerin en temel vazifesi Hak ve hakikati hatırlatmak olmuştur. Elbette herkes bu uyarıları dikkate almamıştır. Ancak kimi vicdanlar uyanmış ve yeryüzünde fazilet ve erdemler bu sayede varlığını sürdürmüştür. Bugün tüm ümmet, peygamberlerin bu ana misyonunun varisleridir. Bunu yapabildikleri ölçüde hayırlı bir ümmet vasfına layık olacaklardır. Aksi halde kuru bir kalabalıktan öteye geçemeyeceklerdir.

PAYLAŞ:                

Adem Ergül

1965 yılında Konya’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini burada tamamladı. 1985-1989 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimi aldı. Aynı fakültede lisansüstü eğitimine de

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle