Mü’min Marufun Temsilcisi Olmalıdır

İslâm ümmeti Kur’an-ı Hakîmin beyanıyla hayırlı bir ümmettir. Hayırlı oluşu da bu ümmetin fert ve toplum olarak hem kendi öz nefislerine hem birbirlerine, hem de ulaşabildikleri her insanı mârufa yönlendirmeleri, münkere de engel olmalarıdır. Zira mâruf; Hak Teâlâ’nın emrettiği ve makbul gördüğü; münker de yine Yüce Rabbin yasakladığı hususlarıdır.

Yüce Rabbimizin mükerrem bir varlık olarak yarattığı âdem evladı insanoğluna en büyük ikramı, onun ebedi mutluluğuna vesile olacak peygamberler göndermesidir. Bütün peygamberlerin ortak özelliği zamanla haktan ve hakikatten kopmalar ve sapmalar neticesi fıtrattan uzaklaşan toplumlara ilâhî ölçü ve hudutları hatırlatmaktır.

Bu hatırlatmalar hep iki yönlü olmuştur; Tebşir ve İnzar. Tebşir, insanoğluna verilen Rabbânî müjdeler, inzar ise ilâhî ikazlardır. Kelamın sahibi Hak Teâlâ bütün peygamberler için genel olarak “İnsanlar bir tek ümmettir. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.” (Bakara, 213) buyururken, Rasûl-i Kibriya Efendimiz sallâllahu aleyhi ve sellem için “Kur’an’ı da ancak hak olarak indirdik o da hak indi. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (İsra, 105) buyuruyor. Âyet-i kerimede Rasûl-i Ekrem Efendimizin beşir ve nezir (müjdeci ve uyarıcı) vasıflarını zikrederken Kur’an-ı Kerim’e çok özel bir işaret vardır. Zira Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimizin bütün uyarı, ikaz ve müjdeleri; o kitabı indiren yüce Rabbin vahiyleridir. Efendimiz de hep ilâhî vahyi tebliğ ederek bu risâlet görevini ifa etmiştir.

 Mevlâ-yı Müteâl, ilâhî uyarılara karşı duyarsız insanların sözlerinden ve hallerinden zaman zaman gönlü daralan sevgili Habibini hem teselli etmek hem de tebliğ vazifesine devam etmesini emir buyurarak “(Habibim!) Biz onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin. O halde sen benim uyarımdan korkan kimselere Kur'an ile öğüt ver.” (Kaf, 45) buyurur.

İslâm ümmeti Kur’an-ı Hakîmin beyanıyla hayırlı bir ümmettir. Hayırlı oluşu da bu ümmetin fert ve toplum olarak hem kendi öz nefislerine hem birbirlerine, hem de ulaşabildikleri her insanı mârufa yönlendirmeleri, münkere de engel olmalarıdır. Zira mâruf; Hak Teâlâ’nın emrettiği ve makbul gördüğü; münker de yine Yüce Rabbin yasakladığı hususlarıdır. Mâruf, Hakk'ın sevdiği ve mükâfat vaad ettiği, münker Hakk'ın buğz ettiği ve cezalandırdığı davranışlardır.

Yüce kitabımız mü’minler topluluğu ile münafıklar topluluğu arasındaki ayırıcı özelliğin mâruf ve münker konusundaki uygulamalar olduğunu beyan eder. “Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil) birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar ve cimrilik ederler.” (Tevbe, 67) “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velileri (dostlarıdır). Onlar (ise) iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resulü’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, Azizdir, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 71) Mü’minler kötülükleri, günahları hayat tarzı olarak sistemleştirmek isteyenlere karşılık  mârufun temsilcisi olmak durumundadır.

 Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimiz 23 yıllık risâleti müddetince emsalsiz bir örnek olarak bütün güzellikleri mübarek şahsiyetinde toplamış, ümmetine bu güzellikleri hem kendilerine ittiba (uymak) suretiyle bizzat yaşamalarını hem de yeni yüreklere ulaştırmalarını emir buyurmuşlardır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, geçmiş kavimlerin, aralarında zuhur eden kötülüklere karşı duyarsız kalmaları neticesinde o kötülüğün umumileşmesi ile nasıl lâneti hak edecek hallere geldiklerini bildirmiş, ümmetinin de buna duçar olmaması için ikazlarda bulunmuştur.

Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem İsrailoğulları'nın nasıl bozulmaya başladığını ilk şöyle haber vermiştir:

 “İlk zamanlar kötülük yapan birini görünce:

 “- Bak arkadaş! Allah'tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helal değildir!” diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde onunla birlikte yiyip içmek, yanında oturabilmek için bir daha ikaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirlerine benzetti.

Peygamber efendimiz bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözünü şöyle tamamladı:

“- Ya siz de birbirinize iyi şeyleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zalimin zülmüne mâni olursunuz yahut da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder. (Ebu Davud, Melâhim 17/4336)

 Allah Rasûlü sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimiz genelde; bir rahmet peygamberi olarak bütün insanlığa ilâhî ölçüleri rahmet ve şefkat üslubu ile tebliğ ederken; özelde; Muhammedî bir nezaketle de zaman zaman çok sevdiği ashabına fert fert uyarılarda bulunmuştu. Örneklere bakarsak:

 Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem’in üvey oğlu Ebu Seleme Abdullah ibni Abdülesed’in öz oğlu Ebu Hafs Ömer şöyle dedi:

 “- Ben Hazret-i Peygamber'in himayelerinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim yemek tabağının her yanına giderdi. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu:

“- Oğlum! Besmele çek, sağ elinle hep önünden ye!” O günden sonra ben de hep buyurduğu gibi yedim.” (Buhari, Et’ime 2)

 Allah'ın Rasûlü, bu küçük yavruyu onun anlayacağı bir dille sâde, mûnis ve gönül okşayıcı bir şefkat üslubu ile uyarıyor. Bu uyarıyı bir peygamber tembihi olarak gören o yavru da ömür boyu Rasûlullah'ın tembihatını uyguluyor.

Hadis-i şerif bize ayrıca İslâmî mânâdaki uyarıların öncelikle âile içinde başlaması gerektiğini de hatırlatıyor. Gerek ibadetlere alıştırmakta gerekse birtakım yanlışlıkların düzeltilmesinde aile büyüklerine hem örnek olarak, hem de müşfik ve yol gösterici bir üslup sergileyerek önemli görevler düşüyor.

Hazret-i Âişe radiyallahu anha annemiz bir nebevî ikazı şöyle anlatıyor:

Evimin sofasını üzerinde resimler bulunan bir perde ile ayırdığım gün Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir seferden dönmüştü. Resimli örtüyü görünce yüzü renkten renge girdi ve onu çekip kopardı. Sonra da bana şunları söyledi:

“– Âişe! Kıyamette insanların en şiddetli azap görenleri, yaptıklarını Allah’ın yarattığına benzetenlerdir.” (Buhârî, Libâs 91)

Tevhid inancına gölge düşüren hiçbir şeye Rasûlullah Efendimiz’in tahammülü yoktu. Dinin en önemli prensibinin zedelenmesine dayanamazdı. Vefat eden sevgili eşi Hz. Hatice’den sonra en çok sevdiği hanımı Hz. Âişe olduğu halde, bu konudaki müsamahasız tavrını ona karşı bile ortaya koymaktan çekinmemişti. Diğer rivayetlerden öğrendiğimize göre Hz. Âişe resimli perdeyi Hz. Peygamber’i memnun etmek için yapmıştı. Belki de bu sebeple ondan “Ne iyi etmişsin” demesini bekliyordu. Yaptığı işin yanlış olduğunu anlayınca perdeyi kesip yastık yaptı. Böylece perdedeki resimler saygı duyulma özelliğini yitirdiği için Rasûl-i Ekrem buna bir şey demedi. (Riyazüssalihin, C.IV, s.14)

Hazret-i Âişe annemizin rivayeti ile Efendimizin sevgili torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin efendilerimizden asla ayırmadığı Üsame bin  Zeyd’i uyarması da mühimdir. 

Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri pek üzmüştü. Bunun üzerine:

“- Bu konuyu Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile kim görüşebilir?” diye kendi aralarında konuştular. Bazıları:

“- Buna Rasûlullah’ın sevgilisi Üsâme İbni Zeyd’den başka kimse cesaret edemez.” dediler.

Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ile konuştu.

Reaûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem Üsâme’ye:

“- Allah’ın koyduğu cezâlardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” buyurduktan sonra, kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:

“- Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezâsını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.” (Buhârî, Enbiyâ 54),

Hayra dâvet, mârufun yaşanması ve yaşatılması, Kitap ve Sünnet'in reddettiği her türlü münkerin fert ve toplum planında önlenmesi, Ümmet-i Muhammed olmanın en önemli sorumluluğudur.

 

Ol Habîbin hürmetine ey Hudâ

Etme bizi Hazretinden sen cüdâ

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle