Aziz Mahmud Hüdâyî (r.a) - 25

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bedr-i dücâ, şems-i duhâ,

Verd-i gülistân-ı hüdâ,

Hakkʼın Habîbi Mustafâ,

Doğduğu ay geldi yine…

“Şirk, küfür ve cehâlet karanlıklarına âdeta nurlu bir dolunay ve parlak bir sabah güneşi olan; hidâyet gülistanının goncası, Cenâb-ı Hakkʼın sevgilisi Muhammed Mustafâ ʼin doğduğu ay geldi yine…”

[Cenâb-ı Hakkʼa hamdolsun ki, Peygamber Efendimiz ﷺʼin cihânı şereflendirdiği, Mevlid kandilini idrâk ettiğimiz mübârek Rebîulevvel ayına yeniden eriştik. Bu ayın; vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm âlemi için, rahmet, bereket ve hayırlara vesîle olmasını, Rabbimiz’den niyâz ediyoruz.

Ümmet-i Muhammed olarak, Allah Rasûlü’nün doğduğu bu mübârek ayın feyzinden istifâde edebilmek için, sâlih amellerimizi artırmalı, âdeta bir hayır/hasenat yarışına girmeliyiz. Bunun için;

  • Ulaşabildiğimiz her yerdeki çâresiz, kimsesiz ve bilhassa âfetzede gönüllere el uzatmalı,
  • İmkânlarımız ölçüsünde sadakalar vermeli,
  • Hediyeleşmeli,
  • Bol bol Kur’ân-ı Kerîm okumalı,
  • Rasûlullah ﷺ Efendimiz’in nezih hayatını ve güzel ahlâkını öğrenmeli, öğretmeli, O’nu bilhassa evlâtlarımıza sevdirmeli,
  • Allah Rasûlü’ne ümmet olmanın sevinç ve heyecanını yaşayıp yaşatmalı ve,
  • Bu muazzam nîmetin şükrünü edâ edebilmeye gayret göstermeliyiz.

Mevlid kandilinde Fahr-i Kâinât Efendimiz’in cihânı teşrîfine sevinerek O’nu muhabbetle yâd etmek, 124.000 küsur peygamber içinde O’na ümmet olmakla şereflenmiş bulunan her müslüman için, mühim bir vefâ borcudur. Rebîulevvel ayını bu şuurla ihyâ etmemiz, elbette Peygamber Efendimiz’e olan yakınlığımızın bir göstergesidir.

Günümüzde kapitalist bir bakış açısıyla, yani daha çok mal satabilmek için “anneler günü, babalar günü, sevgililer günü” gibi birçok günler ihdâs edilmiştir. Bunların müʼmine kazandıracağı hiçbir mânevî kıymet yoktur. Müslümanın îtibar edip ihyâ edeceği en mühim günler, mübârek bayram ve kandil günleridir.

Fakat şunu da unutmayalım ki Mevlid kandilini ihyâ etmek, yılda sadece bir güne veya bir aya mahsus bir merâsimden ibâret değildir. Mevlid kandilini lâyıkıyla ihyâ edebildiğimizin en büyük delili;

–Velâdet-i Nebî coşkusunun, ömrümüz boyunca her an gönüllerimizin tükenmez hazinesi olmasıdır.

–Rasûlullah muhabbetini, O’nun sünnetlerine ittibâ hassâsiyeti hâlinde, davranışlarımıza yansıtabilmemizdir.

–Karda yürüyen birinin ayak izlerini takip edercesine büyük bir titizlik ve sadâkatle, Efendimiz’in kutlu izinden ayrılmamaya ihtimam göstermemizdir.

–“Rasûlullah ﷺ Efendimiz şu an benim yanımda olsa, hâlimi beğenir miydi, yoksa üzülür müydü?” duygu ve düşüncesini, hayat düsturu edinmemizdir.

Bu gönül kıvamı içinde;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

Kişi sevdiğiyle beraberdir.”1 hadîs-i şerîfinin muhtevâsında bir hayat yaşamamızdır.

Dolayısıyla Peygamber Efendimiz ﷺ ile âhirette buluşabilmek, Oʼnun şefaat-i uzmâsına nâil olabilmek, Havz-ı Kevserʼinden içebilmek, Livâüʼl-Hamd adlı sancağı altında toplanmak, Oʼnun güzel şâhitliğine nâil olmak istiyorsak, bugün Oʼnunla gücümüz nisbetinde;

‒Hâl ve amel beraberliği,

‒Hissiyat ve fikriyat beraberliği,

‒Gâye ve istikâmet beraberliği içinde olmaya gayret göstermeliyiz.

Nitekim sahâbe-i kirâm da, Allah Rasûlüʼne bu şekilde tâbî olarak gökteki yıldızlar gibi güzîde şahsiyetler hâline geldiler.

Unutmayalım ki;

–Bugün Rasûlullah ﷺ Efendimiz’i ne kadar yakından tanıyabilirsek, yarın Mahşer’de O da bizleri o kadar tanır.

–Gönüllerimiz ne kadar O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize o nisbette şefkatle nazar kılar.

–O’nun gönüllere hayat veren çağrısını ne kadar can kulağıyla duyar ve O’nun nurlu yoluna ne kadar uyarsak, O da bizi o kadar himâyesine alır, ikramlarıyla âbâd eder.

Peygamberlerin bile işledikleri zellelerin ve tebliğ vazifelerindeki kusurlarının derdine düşüp kendisinden medet isteyeceği Mahşer gününde RasûlullahEfendimizʼin şefkat kanatları altında huzur bulmak istiyorsak; bugün hâlimizle, kālimizle, ahlâkımızla Oʼna benzemeye, böylece Oʼna mânen yakın olmaya gayret etmeliyiz.

Unutmayalım ki kalpler arasında hakîkî bir muhabbet bağı varsa, zaman ve mekân bakımından uzaklığın bir ziyânı yoktur. Fakat bunun aksine, gönüller birbirinden uzaksa, zâhiren yakın olmanın da bir faydası yoktur. Nitekim bu hâli ifade sadedinde;

“Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de!” tâbiri meşhur olmuştur.

Efendimiz ﷺ de bir gün Yemen tarafına doğru dönmüş ve Veysel Karanî Hazretleri’ne izâfeten;

Ben Yemenden gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurmuşlardır. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Yine hırka-yı saâdetlerini Yemen’deki Veysel Karanî Hazretleri’ne göndererek;

Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 223-225)

Bizler de Peygamber Efendimiz ﷺ’in 14 asır sonra gelmiş olan uzak diyarlardaki ümmeti olsak da, hâlimiz ve ahlâkımız bakımından O’nunla ne kadar berabersek, O’na o kadar yakınız demektir.

Nitekim Efendimiz ﷺ:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâha karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuşlardır. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Bu itibarla hayatta hiçbir şey, bize Efendimiz’i unutturmamalı. İnsan, hakîkî mânâda sevdiği birini unutabilir mi? Bilâkis, her fırsatta onu yâd eder. Vefâlı bir insan, ufak bir iyiliğini gördüğü kimsenin dahî muhabbetini ömrü boyunca kalbinde taşır. Efendimiz ﷺ ise, bize hiçbir fânînin yapamayacağı kadar büyük bir iyilikte bulunmuştur. Zira O, bizim ebedî saâdet rehberimiz, en büyük gönül servetimizdir.

Dolayısıyla O’na, hiç bitmeyecek bir şükran borcumuz olduğunu, aslâ hatırımızdan çıkarmayalım. Salevât-ı şerîfeye devam ederek O’nunla kalbî râbıtamızı her dâim canlı tutalım. Zira Efendimiz ﷺ:

Kim bana salât ü selâm getirmeyi unutursa Cennetin yolunu şaşırır.” buyuruyor. (İbn-i Mâce, İkāmet, 25)

Yine Efendimizʼin sünnetlerine ittibâ ederek, Oʼnunla fiilî irtibâtımızı da sağlam tutalım. Bu hususta da şu nebevî îkâzı unutmayalım:

Rasûl-i EkremEfendimiz bir defasında;

“–Ümmetimin hepsi Cennetʼe gireceklerdir. Ancak imtinâ edenler (istemeyenler) müstesnâ! buyurmuşlardı.

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm hayretle:

“–Cennetʼe girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah Rasûlü ﷺ şöyle buyurdular:

“–Bana itaat eden Cennetʼe girer. Kim de bana âsî olursa, o Cennetʼe girmeyi istememiş demektir.” (Buhârî, İʻtisam, 2)]

Hüdâyî Hazretleri, Farsça bir şiirinde şöyle buyuruyor:

Sermâye-i saâdet-i âlem Muhammedʼest,

Maksûd ez-în tıynet-i Âdem Muhammedʼest…

Der sûret-i Âdem âmede gerçi mukaddemâ,

Der manî pîşvâ ve mukaddem Muhammedʼest…

Gerçi Hüdâyî ehl-i risâlet mukerremest,

Mahbûb-i Hak Muhammed ve hâtem Muhammedʼest…

“Âlemin saâdet sermayesi Hazret-i Muhammed dir. Hazret-i Âdem u’ın yaratılışından maksat, Hazret-i Muhammed dir.

Âdem (a.s) gerçi sûrette önce gelmiştir ama, âlem-i mânâda öncü ve önde olan, Hazret-i Muhammed dir.

Ey Hüdâyî, risâlet ehli olanlar değerli olsalar da, Hakk’ın sevgilisi Hazret-i Muhammed dir ve nebîler silsilesinin mührü olan son peygamber de Oʼdur.”

[Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz ﷺʼe “Habîbim” buyurmuş, böylece O, Allah indindeki kıymeti bakımından, yaratılmış bütün varlıkların zirvesini teşkil etmiştir. Hem de öyle bir zirve ki Cenâb-ı Hak, O’nun ismini tâ ezelde kendi ism-i şerîfiyle beraber zikretmiş ve Levh-i Mahfûzʼa; “لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” şeklinde nakşetmiştir.

Nitekim Hazret-i Âdem (a.s), Cennetʼte işlediği zelleden ötürü Dünyaʼya indirildikten sonra, vaktiyle Arşʼın sütunları üzerinde gördüğü bu yazıyı hatırlayınca, Hazret-i Muhammed Mustafâ ﷺ hürmetine af talep etmiş ve bağışlanmıştı. Cenâb-ı Hak ona şöyle buyurmuştu:

Ey Âdem! O, Bana mahlûkâtın en sevgili olanıdır. Onun hakkı için Bana duâ et! (Çünkü şu an Onun hakkı için ettiğin duâ sebebiyle) Ben seni bağışladım. Şayet Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672; Beyhakî, Delâil, V, 488-489)

İbn-i Abbâs (r.a)’dan da şöyle nakledilir:

Allah Teâlâ, Îsâ (a.s)a şöyle vahyetti:

«Ey Îsâ! Muhammede îmân et ve ümmetinden Ona yetişenlere Ona îmân etmelerini emret! Şâyet Muhammed olmasaydı Âdemi yaratmazdım! Muhammed olmasaydı Cennetʼi de Cehennemʼi de yaratmazdım. Arş’ı su üzerinde yarattığımda sarsılmaya başladı, üzerine لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” yazınca sâkinleşti.»” (Hâkim, II, 672)

Nitekim Hak dostu ârifler nezdinde kâinâtın yaratılış sebebi, Rasûlullah ﷺ’in mânevî şahsiyetini temsil eden ve yaratılışta ilk olan Nûr-i Muhammedî’ye Cenâb-ı Hakk’ın duyduğu muhabbettir.

Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:

“İki dünya bir gönül için yaratılmıştır! «Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifadesinin mânâsını iyi düşün!..

Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Hazret-i Muhammede vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

Şâir Yahya Kemâl, bu hususta söylenebilecek ifadeyi ne güzel hulâsa etmiş:

Zaman O Gül gibi gül görmemiş zaman olalı,

Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı!..

Hakîkaten bu cihan, O’nun gibi müstesnâ bir gönlü hiç görmedi. Yeryüzü, O’nun gibi muhteşem bir ahlâk âbidesine bir daha şâhit olmadı…]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Ey menba-ı lûtf u cûd,2

Yerin makâm-ı Mahmûd,3

Yaratılmıştan maksûd,

Senʼsin yâ Rasûlâllah!

[Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği kâmil insan modelini, Peygamber Efendimiz rʼin şahsında sergilemiş, Oʼnu emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etmiştir. Dolayısıyla insanlığın kemâli, Efendimizʼe benzeyebildiği nisbettedir.

Cenâb-ı Hak;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurarak Oʼnun ahlâkını bizzat medh ü senâ etmiştir.

Efendimiz ﷺ de;

Ben ancak mekârim-i ahlâkı (en yüce ahlâkı) tamamlamak için gönderildim.”4 hadîs-i şerîfiyle, vazifesinin gâyesini beyan buyurmuştur.

Dolayısıyla bizler de Oʼnun yüce ahlâkını tefekkür edip kendi hâlimizi Oʼna yaklaştırmaya çalışmalıyız. Kendimizi âdeta nebevî ahlâk aynasında seyredip kusurlarımızı telâfîye ve hâlimizi ıslâha gayret göstermeliyiz.

Meselâ Hüdâyî Hazretleriʼnin ifadesiyle Efendimiz ﷺ, “menba-ı lûtf u cûd” yani “lûtuf ve cömertlik mâdeni”dir.

Hakîkaten Efendimiz ﷺ, yaşama zevkini bir kenara bırakmış, yaşatma sevdâsına gönül vermişti. Ümmetinin açlarını doyurmanın mânevî hazzıyla âdeta kendi açlığını unutuyordu. Verecek bir şey bulamadığında bazen borçlanıyor, yine de infak etmekten geri durmuyordu. Fakir düşmekten korkmaksızın, bilâkis sevinerek infak ediyordu.

Ayrıca O’nun lûtuf ve cömertliği, sadece maldan-mülkten yapılan fedakârlıklardan ibâret değildi. O, her türlü imkânı cömertlik için bir vesîle addediyordu.

O’nu örnek almakla mükellef olan bir müʼmin de, kendisine nasîb olan her türlü imkândan cömertçe infak etmelidir. Nasıl ki dînen zengin sayılan bir müʼmin, malının zekât ve sadakasını veriyorsa, meselâ ilim ve irfan sahibi bir müʼmin de, bunun zekât ve sadakasını, tebliğ ve irşad hizmetleriyle vermelidir.

Yani müʼmin; canıyla, malıyla, vaktiyle, nakdiyle, kalemiyle, kelâmıyla, bedenî gücüyle, makam ve mevkii ile, çevresi üzerindeki tesir gücüyle, velhâsıl her türlü imkân ve kâbiliyetiyle, Allah yolunda cömertçe ve fedakârca hizmet etmelidir.

Bütün bu imkânları Allah için kullanmak nasıl ki cömertlik muktezâsı ise, bunun zıddı olan hâl ve davranışlar da cimrilik ve pintilik cümlesindendir.

Bu hususla ilgili olarak şu hadîs-i şerîf, gönüllerimize ne kadar da hassas bir ölçü telkin etmektedir:

Hazret-i Âişe (r.a) Vâlidemiz bir seher vakti bir şey dikiyordu. İğnesini kaybetti. Kandil de sönüverdi. O esnâda RasûlullahEfendimiz içeri girdi ve ev O’nun nûruyla aydınlanıverdi. Hazret-i Âişe de iğnesini buldu. Bunun üzerine:

“–Yâ Rasûlâllah, yüzünüz ne kadar da nurlu ve aydınlık!” dedi.

Allah Rasûlü ﷺ:

“–Kıyâmet günü beni göremeyen kimseye yazıklar olsun!” buyurdu.

Hazret-i Âişe c:

“–O gün sizi kim göremez?” diye sordu. Rasûlullah ﷺ:

“–Cimri (göremez)!” buyurdu.

Hazret-i Âişe (r.a):

“–Cimri kimdir?” diye sorunca, Efendimiz ﷺ:

“–İsmimi duyduğunda bana salevât getirmeyen kimse!” buyurdu.5

İşte cömertlik ve cimrilik bahsindeki bu nebevî bakış tarzını, diğer sâlih amellere de teşmil etmek mümkündür. Buna göre;

–İmkânı olduğu hâlde Allah için yapabileceği bir hayırdan mâzeretsiz olarak geri durmak da bir nevî cimriliktir.

–Sıhhati ve gücü yerindeyken nefsine uyarak kulluk gayretlerinden uzak kalmak da cimriliktir.

‒Hakkı ve hayrı söyleme mevkiinde bulunup da zulüm ve haksızlıklara karşı suskun kalmak da cimriliktir.

–Kâbiliyet ve istîdâdı varken, İslâmʼın intişârı yolundaki tebliğ ve irşad hizmetlerinden geri durmak da, büyük bir cimriliktir.

Ebû Hüreyre (r.a)’ın naklettiği şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah ﷺ’in ashâbından biri, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:

“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah ﷺ’den izin almadan bunu aslâ yapmam.” dedi. Sonra arzusunu Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah ﷺ:

“–Böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir.

Allâh’ın sizi bağışlamasını ve Cennete koymasını istemez misiniz? O hâlde Allah yolunda cihâda çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre bile olsa, Allah yolunda cihâd ederse, mutlaka Cennete girer.” buyurdu. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Düşünmeliyiz ki Rasûlullah ﷺ Efendimiz, Allah yolundaki gayretlerinden hiçbir zaman yılmadı, yorulmadı dinlenmedi. “Ben tatildeyim, izinliyim, bir müddet bana gelmeyin…” demedi. Bilâkis, gayret ve fedakârlıklarla, bilhassa da hidâyetlere vesîle olarak Cehennemʼden insan kurtarmakla dinlenip huzur buldu.

Hâl böyleyken bir müʼmin, Allah yolundaki gayret ve fedakârlıklarını nasıl yeterli görebilir?! Âhireti için ebedî saâdet sermayesi hazırlama imkânı varken, nasıl bir kenara çekilip oturabilir?!.

Bizler de Peygamber Efendimiz’le âhirette beraber olmak istiyorsak, amellerimiz gibi, duygu, düşünce, endişe, gâye ve gündemlerimizi de Rasûlullah ﷺ Efendimizʼinkiler ile aynı hâle getirmeye gayret göstermeliyiz.

Şu rivâyet, Hazret-i Âişe Vâlidemizʼin şahsında bütün ümmete ne kadar da mânidar bir ders vermektedir:

Âişe (r.a) Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Bir gece Rasûlullah ﷺ’i kaybettim. Hanımlarından birinin yanına gittiğini zannettim. Aramaya başladım, sonra dönüp geldim. Baktım ki O rükûda veya secdede şöyle diyordu:

سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ لَآ اِلٰهَ اِلّٰا اَنْتَ

«Allâhʼım, Senʼi bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, Sana hamd ederim. Senʼden başka ilâh yoktur.»

Dedim ki:

«–Babam, anam Sana fedâ olsun! Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle?!.»” (Müslim, Salât, 221)

Bizler de hâlimizi bir düşünelim:

‒Allah Rasûlü’nün kalbinde ne vardı, bizim kalbimiz nelerle meşgul?

‒Efendimizʼin derdi-düşüncesi neydi, bizim derdimiz ne?

‒O, ömrü boyunca ne için gayret etti, biz nelerin peşinde koşuyoruz?..

Velhâsıl, Hazret-i Ömer (r.a)ʼın buyurduğu;

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

“İlâhî mahkemede hesaba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekin!”6 îkâzına kulak vererek, mânevî vaziyetimizi sık sık gözden geçirmeli, nebevî ahlâka göre hâlimizi mîzân etmeliyiz.]

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimizin gönül dokusundan hisseler alarak, gücümüz nisbetinde Oʼnun hâliyle hâllenmeyi, ahlâkıyla ahlâklanmayı, Oʼna lâyık bir ümmet olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Buhârî, Edeb, 96. 2) Menba-ı lûtf u cûd: Lûtuf ve cömertlik mâdeni/kaynağı. 3) Makâm-ı Mahmûd: Övgüye değer bir makam. (Bkz. el-İsrâ, 79) Gelmiş geçmiş bütün insanların gıpta ettiği, Peygamber Efendimizʼe mahsus olan, mahşer halkına şefaat etme makamı. 4) Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8. 5) Şemsüddîn Ebu’l-Hayr Muhammed bin Abdurrahman es-Sehâvî, el-Kavlü’l-Bedîʻ fis-Salâti alel-Habîbi’ş-Şefîʻ (Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, ts.), 153. Ayrıca bkz. Tirmizî, Deavât, 100. 6) Tirmizî, Kıyâmet, 25.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul y

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle