Ebedî Saâdeti Kazanmanın Yolu

İhsan hayatın bütün alanlarında ilâhî bir kamera altında yaşadığını hissedercesine Cenab-ı Hakk’ın her halimize vâkıf ve nâzır olduğu duygusunun kalbe yerleşmesidir. Şüphesiz bu ulvî duygu insana hayatı çok dikkatli yaşamayı, özellikle öte hayatı hep göz önünde bulundurmayı ve orası için de hazırlıklı olmayı sağlar.

Tarih boyunca bütün peygamberler (salevâtullâhi aleyhim ecmaîn) insanlığın ferd ve toplum olarak itikâdî, amelî ve ahlâkî güzellikleri kaybettiği ve yaratılış kanunlarından koptuğu devirlerde, Yüce Yaratıcının sonsuz rahmetinin insanoğluna çok özel bir ikramı olarak gönderilmişlerdir.

Server-i âlem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in teşrifinden önce dünya sadece Arap yarımadası olarak değil, o coğrafyaya komşu büyük bir coğrafya olarak sapıklık ve azgınlığın çıldırdığı, fitne ve fesadın hortladığı, kan davaları ile çöllerin kan gölüne dönüştüğü, hak ve hukukun sadece güçlüye ait olduğu bir dönem yaşıyordu. Bu, Mehmet Âkif merhumun;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.

şeklinde ifade ettiği bir vahşetti.

Her şeyden önce sahih inanç bozulmuş, bir takım insanlar kendi elleri ile yaptıkları putlara taparken, bir kısmı melek, cin, şeytan gibi cismânî olmayan varlıklara ibadet ediyor, en kötüsü de gerçek Allah ve âhiret inancı tamamen inkâr ediliyordu.

Sahih bir inancın hayata yansıması olarak ifâde edebileceğimiz ibâdet nizamı da asıllarından uzaklaştırılmış keyfî ve nefsânî uygulamalara dönmüştü. Ferd ve toplum hayatını ayakta tutan ahlâkî ölçüler de aynı şekilde nefsî ve hevâî arzulara kurban edilmişti.

Fahr-i kâinât Efendimiz’in risâleti, merkezinden kopmuş bütün güzelliklerin tekrar yerli yerine dönmesinin bir başlangıcı oldu. O’nun risâleti “Yaratan Rabbinin adıyla oku” diye başlarken öncelikle insanoğluna üç temel hakikat hatırlatıldı: “Ey insan! Sen yaratılan bir varlıksın, seni bir yaratan var ve sen hem bu yaratılışı hem de yaratandan sana gelen bütün beyanları yani vahyi okumalısın.”

Böylece inanan insanlar için yepyeni bir hayat başladı. Önceki hayatlarında cahiliyye insanı olarak tanınan bu insanlar bu yeni inançla dirilen hayatları ile insanlık tarihine saâdet asrı olarak geçen ve kendilerine çağlar boyu gıpta edilen “sahabe” neslini meydana getirdiler.

Allah’ın Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğ ettiği ve bizzat müstesna bir örnek olarak yaşadığı, vahy-i ilâhî terbiyesi ile her şeyden önce bir îman heyecanı oluştu. Uğrunda mal ve can feda edilebilecek bir imandı bu. İlk nesilden imanlarını muhafaza uğruna canını feda eden Hz. Sümeyye Hatun, kocası Hz. Yasir, Bilal-i Habeşi, Habbab bin Eret, Zinnûre Hatun ve diğer sahabiler -Allah hepsinden razı olsun- her biri bir îman kahramanı olarak gelecek nesillere emsalsiz örnekler oldular.

Bu iman heyecanı ilk nesilde coşkulu, vecdli, huşulu bir ibadet hayatı inşa etti. Onlar uğruna can verebilecekleri, hiç tereddüt ve şüphe taşımayan Yüce Rabbe karşı mülakat ve yakınlaşmalarını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz’den gördükleri şekli ile yerine getirdiler. Her ibâdeti yerine getirmeyi de büyük bir şeref ve nîmet olarak bildiler.

Özellikle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in risâletinin ilk günlerinde başlayan namaz, sahabe-i kiram efendilerimizce de en öncelikli kulluk vazifesi olarak görüldü. Nitekim daha sonraları Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- valilerine verdiği şu talimat bu hassasiyetin bir tezahürüdür:

“Benim katımda en mühim iş namazdır. Kim onu ahkâmına riayet ederek güzelce kılar ve vakitlerine dikkat ederse dinini korumuş olur. Kim de namazı ihmâl edip yitirirse dinin diğer emirlerini daha çok ihmal eder.”

Namaz vesîlesi ile Rab Teâla’nın huzurunda duyulan büyük haz, sahabe-i kiramda, dünya ve dünyaya ait her şeyin fânîliğini idrake vesîle oldu. Bu idrak ve inançla da mal ve canı onları bedelsiz veren Mevlây-ı Müteâl’in rızası uğruna verebilmek de onlar için ayrı bir zevk haline geldi.

Sahabe-i kiramdan Ebû Talha bahçesinde ağaçların altında namaz kılıyordu. Bir kuş bahçeden dışarı çıkmak isteyerek uçtu, sağa sola gidip geldi. Bu durum Ebû Talha Hazretlerinin hoşuna gitti ve bir an gözleri ile onu izlemeye daldı. Sonra da namazına döndü. Fakat kaçıncı rekâtta kaldığını bilemedi. Bunun üzerine “Bu malım huşu halimi bozdu” diyerek Allah Rasûlü’ne gidip hâdiseyi anlattı ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu malım artık Allah için bir sadakadır. İstediğiniz gibi kullanır, istediğiniz yere de verebilirsiniz.” dedi. (Muvatta’, Salât)

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in iman ve ibadet nizamı ile birlikte sahabesinde gerçekleştirdiği en önemli bir diğer husus ise onlarda gerçekleştirdiği ihsan duygusu idi. İhsan hayatın bütün alanlarında ilâhî bir kamera altında yaşadığını hissedercesine Cenab-ı Hakk’ın her halimize vâkıf ve nâzır olduğu duygusunun kalbe yerleşmesidir. Şüphesiz bu ulvî duygu insana hayatı çok dikkatli yaşamayı, özellikle öte hayatı hep göz önünde bulundurmayı ve orası için de hazırlıklı olmayı sağlar.

Sevgili Efendimiz Medine hayatının ilk toplu mesajı olarak ifâde edebileceğimiz Ranuna vadisindeki ilk Cuma hutbesinde şöyle buyurmuşlardı:

“Ey insanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız. Muhakkak her biriniz ölecek ve sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allah ona tercümansız ve vâsıtasız olarak diyecek ki; Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal mülk verdim, pek çok iyiliklerde ihsanlarda bulundum. Sen kendin için ne getirdin? Bu sual ile karşılaşan herkes sağa sola bakacak, bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek.

O halde uyanınız; kim yarım hurma ile dahi ateşten korunmaya gücü yeterse onu yapsın. Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa bari tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın. Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.”

Câhiliyye dönemi sadece 571 yılından önceki bir zaman dönemi değildir. Haktan, hakikatten, ilâhî ölçülerden uzaklaşıp ferd ve toplumların hayatına nefsânî arzuların hâkim olduğu, geçmişte peygamberlerin gelmesini gerektiren îmânî zaafların, ibâdetsizliğin, ahlâkî çöküşlerin, menfaatperestliğin, merhametsizliğin, hayasızlığın, zulümlerin yaygınlaştığı her dönem yeni bir câhiliyye dönemidir. Bunlardan insanlığı kurtarabilmek ve ebedî saâdeti sağlayabilmek ancak İslâm’ın ana mesajları; sahih akîdenin, sâlih amellerin ve ihsân duygusunun inşası ile mümkündür.

Saadet mülkünün Sultanı Sensin Ya Rasûlallah!

Berat-ı vahdetin ünvanı Sensin Ya Rasûlallah! (Hersekli Arif Hikmet)

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle