Mahlûkâta Acımayana Allah (c.c.)’ın Huzurunda Acıma Yoktur

Hasan Basrî hazretleri buyururlardı ki:

– Sadık fakirlerle beraber olmakla çok şey öğrendim. Bunlar hikmet cevherleri idi. İlmi olmayan bir kimsenin dünyada da âhirette de hiç kıymeti yoktur. Yumuşak başlı ve merhametli olmayan kimseye de ilmi fâide vermez. Allah Teâlâ'nın mahlûkâtına acımayan, şefkat göstermeyen kimseye de Allah Teâlâ'nın huzurunda yani kıyâmette şefaat, acıma yoktur.

**

Sultan İkinci Abdulhamid’in Merhameti

 Sultan İkinci Abdulhamid Hân Osmanlı İmparatorluğu’nu en bâdireli bir devrinde saltanatı teslim almış, otuz üç sene gibi uzun bir müddet, ince zekâsı, ferâseti ve adaletiyle memleketi huzur ve refah içinde idareye muvaffak olmuş büyük Türk Hakanıdır. Zamanında, memleket inhitat hâlinde olmasına rağmen, dahilde büyük imar hareketlerine girişmiş, köprüler, tüneller, tıbbiye, Nûmûne Hastanesi, Mülkiye Mektebi, Düyûn-i umûmiye binası, Dârülaceze, camiler, mescidler, sebiller ve yüzlerce hayır müessesesini millete hediye etmiş, demiryollarını Medîne-i Münevvere’ye kadar uzatmış, bir taraftan da memleketin borçlarını ödemeye muvaffak olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun en zayıf zamanında idareyi eline almış, dâhilî ve hâricî düşmanlarını idare etmesini bilmiş, keskin zekâsı, siyaseti ve ferâseti ile bütün Avrupa ve dünya devlet adamları kendisini ziyarete gelmişler ve önünde diz çökmüşlerdir.

Şimdi gelelim onun merhametine... İkinci Sultan Abdülhâmid Hân’ın sorumlusu olduğu insan yığınında her ferde ne çapta ilgi beslediğinin destansı misâline...

Mâbeyn katiplerinden Abdülhâmid bağlısı olmayan birisi hatıralarında anlatıyor:

– Bir akşamdı, mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen, mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzura çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul’da Lâleli Postahânesi memurlarından birinin Yıldıza çektiği bir telgrafta, karısının o gece doğum yapacağı, doğumun çok zor olacağına dair doktorlar tarafından dikkat işareti verildiği, elinde hiçbir vasıta bulunmadığı ve merhamet-i şahâneye sığındığı bildiriliyordu. Bu mektuba kıymet vermedim ve listeye almadım. Huzurda, padişah âdeti üzere her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilave etti:

– Başka bir şey var mı?

Telgrafı söyledim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı söyledim. Emir verdi:

– Hemen getiriniz.

Getirdim. Dikkatle okudu. Ve derhal mütehassıs bir tabip ve yavere, doğru Lâleli’ye giderek doğumu kontrol altına almalarını, benim de kendilerine refâkat etmemi ferman etti. Gittik ve işimizi bitirip sabaha karşı döndük. Bir de ne görelim: Hünkâr, bahçe üzerindeki odasında, ışıklar açık, cama vurarak bizi çağırmıyor mu?

Sabaha kadar uyumayıp bizi beklediğini anladık. Netîceyi sordu. Doğumun zor olduğunu, fakat müdâhale ile kadının kurtulduğunu, çocuğa “Abdülhamîd” isminin verildiğini, ihsân-ı şâhânenin de âile reisine teslim edildiğini, adamın ağlayarak ömür ve devletlerine dua ettiğini anlattım. Bizi ayakta dinledi. Sadece rahatladığını gösteren bir “oh” çekti. Ve paravananın arkasına geçerek sabah namazına durdu.

Altınoluk Sohbetler-2, s.292, Sâdık Dânâ, Erkam Yayınları

PAYLAŞ:                

Sâdık Dânâ

Konya Kadınhanı’nda doğdu. Babası hayır sever bir tüccar olan Ahmed Hamdi Bey, annesi Âdile Hanım’dır. Dedesinin babası Topbaşzâde Ahmed Kudsi Efendi (ö. 1889), Hâlid el-Bağdâdî’nin halifelerinden Boz

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle