O’nu Rabbi Terbiye Etti, Hukukunu da Rabbi Beyan Etti

Gördüğümüz ve göremediğimiz bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allahu zülcelâl vel kemal Hazretleri insanı başıboş bırakmamış, yüce zâtı ile insan arasındaki ilişkinin kendi muradı çerçevesinde devamı için peygamberler göndermiştir.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamla başlayan peygamberlik zinciri Hâtem-ül Enbiya olan Sevgili Peygamberimizle tamamlanmış ve ilk halka ile de bütünleşmiştir.

Kendisinden önceki her peygamberin geleceğini müjdelediği Seyyid-il Mürselîn -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hak Teâlâ’nın insanlığa en büyük lütfu, son elçisi olarak, önce vahy-i ilâhî ile sonra da bizzat kendi uygulamaları ile insanla-yaratıcı, insanla-insan ve insanla diğer varlıklar arasındaki bütün ilişkilerin hukukunu bir nizama koymuştur.

Yaratılanlar arasında Hak Teâlâ tarafından en çok sevilen Fahr-i Âlem Efendimizin hukuku ise bizzat Rabb-ul Âlemin tarafından beyan edilmiştir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem âlemlere rahmet olarak ve bütün insanlığa bir elçi olarak gönderilmiştir.

“(Ey Peygamber de ki) Ey İnsanlar! Şüphesiz ben yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Rasûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve O’na uyun ki doğru yola bulasınız.” (A’raf, 158)

Habib-i Kibriya Efendimizi bizzat Rabbimiz terbiye etmiş ve O’nun bütün hukukunu da bizzat Rabbimiz belirtmiştir.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah mutlak güç sahibidir.
Hüküm ve hikmet sahibidir. (Ey peygamber) Şüphesiz biz seni bir şâhid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Öyleyse ey insanlar, Allah’a ve Peygamber’e inanasınız, O’na yardım edesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tesbih edesiniz diye (Peygamber'i gönderdik.)
” (Fetih, 7-9)

Bu beyanlardan sonra Cenâb-ı Mevlâ O’na inanan ilk mü’minlere sevgili Habibine karşı ilişkilerinde nelere dikkat edeceklerini açıkça belirtmiştir:

Ey mü’minler! Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmeyin. Ey mü’minler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın! Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurat,1-2)

Bütün bu ilahî ve nebevî hatırlatmalar karşısında “semi’nâ ve eta’nâ-duyduk ve itaat ettik” sözlerini kendilerine bir hayat düstûru edinen sahâbe-i kirâm efendimiz -Allah onlardan razı olsun- Allah Rasulü ile olan ilişkilerini de hep bu ilâhî hatırlatmalar çerçevesinde yürütmüşlerdir.

*

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ile devamlı beraber olanlar arasında bile, edeblerinden dolayı O’nun nûr cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. Hatta, sohbet hâlinde iken, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer dışındaki ashâbın hep önlerine baktıkları, Hazret-i Peygamberle sâdece bu iki sahâbînin göz göze gelebildikleri rivâyet edilir.

Bu durumu, daha sonra Mısır fâtihi ünvânı ile târihe geçen Amr bin Âs -radıyallâhu anh- âhir ömründe şöyle dile getirmiştir:

“Rasûlullah Efendimizle uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzurunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusundan dolayı başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana:

«–Bize Resûlullah’ı tavsîf et, O’nu anlat.” deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192; Ahmed bin Hanbel, IV, 199)

 

*

Selef-i sâlihîn abdestsiz hadis rivayet etmeyi çirkin görürlerdi. Aʻmeş hadis rivâyet etmek istediğinde abdest alma imkânı bulamazsa teyemmüm ederdi. (Kâdî Iyâz, Şifâ, II, 601-604)

Said bin Müseyyeb -rahmetullahi aleyh- hasta yatağında yatarken kendisine hadis-i şerif sorulunca hemen kalkmış, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra hadis-i şerif nakletmiştir.

İbn-i Ömer (r.a.) hac veya umre için Mekke-i Mükerreme’ye giderken devesi hızlandığında gemini çeker ve:

“‒ Acele etme! Belki ayağın, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in devesinin ayağını bastığı yere isabet eder de ben de saâdete ererim sen de saâdete erersin!” buyururdu. (Hâtem Ömer Tâhâ, el-Kevkebü’d-dürrî, el-Medînetü’l-Münvvere 1426, s. 202)

İmam Mâlik b. Enes’ten hadis öğrenmek isteyen talebelerin sayısı çoğalınca, ona:

“‒ Okuduğun hadisleri seni dinleyenlere ulaştıracak bir müstemli (hadisleri uzaktakilere yüksek sesle okuyacak kişi) edinsen iyi olur” dediler. İmam Mâlik onlara şunu söyledi:

“‒ Allah Teâlâ «Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin!» (el-Hucurât, 2) buyurmuşken bu nasıl olur? Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’e sağlığında nasıl hürmet göstermek gerekiyorsa, vefatından sonra da aynı hürmeti göstermelidir.” (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 366)

*

İmam Mâlik, gençliğinden itibâren Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerine hürmette son derece titiz davranırdı. Onları doğru bellemek için tâzîm içinde olmakla birlikte huzur ve sükûnetle dinlemeye de çok ehemmiyet verirdi. Bu sebeple hadîs-i şerîfleri ayakta iken dinlemez, sıkıntılı, üzüntülü, kararsız bir hâlde iken hadis dersi almazdı. Hadîs-i şerifler husûsunda bir hataya düşmekten korkardı. Bir gün ona:

“– Amr bin Dinar’dan hadis dinledin mi?” diye sorulunca şöyle cevap vermişti:

“– Onu hadis rivâyet ederken gördüm, insanlar ayakta durmuşlar, yazıyorlardı. Ben ise Rasûl-i Ekrem’in hadis-i şerîflerini ayakta yazmayı hoş görmedim.”

İmam Mâlik, heybetli olduğu kadar bütün ahvâlinde ve dersinde son derece güzel bir ahlâk üzereydi. Gerek meseleler hakkında fetvâ verirken, gerekse de Hazret-i Peygamber’den hadis-i şerîf naklederken yüzü parlak bir hâl alırdı. Hazret-i Peygamber’in hadis-i şeriflerini rivâyet edeceği zaman abdest alır, hazırlanır, en güzel elbiselerini giyerdi. Kürsüsüne ancak hadis-i şerîf okutacağı zaman otururdu.

İnsanlar evine geldiğinde hizmetçisi çıkar, onlara şöyle derdi:

“– İmâm; «Hadis mi dinlemek istiyorsunuz, yoksa fıkhî bir mesele mi soracaksınız?» diye soruyor.” derdi. Eğer fıkhî mesele soracaklarsa, İmam dışarı çıkar, sorularına cevap verirdi. Şayet hadis-i şerif dinlemek istiyorlarsa, o zaman onlara «Oturun!» derdi. Hemen gider, gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseler giyer, sarığını sarar, kürsüye çıkar ve huşû içinde hadis dersi verirdi. İçeride öd ağacı yakılır, hadis-i şerif dersi bitinceye kadar buhurdanlık etrafa güzel râyihalar saçardı.

*

 

Sahabe-i Kiram Efendimiz, Rasûl-ü Kibriya Efendimiz’e ait eşyalara da son derece tâzim eder, onlara müşriklerin dokunmasını istemezlerdi. Hazret-i Halid bin Velid -radıyallahu anh- içinde Efendimizin saç ve sakalı bulunan sarığı yere düştüğünde kâfirlerin ona basmaması için kendisini düşman içine atmıştı. Diğer taraftan sahabiler Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin meclisinde otururken sanki başlarının üzerinde kuş varmış da ses çıkarsalar veya kımıldasalar uçuverecekmiş gibi sükûnet ve huzur içinde dururlar, Zât-ı Kibriyayı öylece dinlerlerdi.

600 yıllık Osmanlı Devleti’nin temelinde ve asırlar içindeki uygulamalarında en büyük hassasiyet yine kelam-ı ilahî, Kur’an-ı Kerim’e ve Sultan-ul Enbiya Efendimiz’e gösterilen tâzim ve hürmettir.

Sultan I. Ahmed her sabah bir kâğıda “Muhammed” diye yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla da “Benim sultanlığım taç sahibi olmakta değil, Senin ism-i şerifini her gün başımızda taşımaktadır ya Rasulallah” demek isterdi.

N’ola tacım gibi başımda götürsem daim

Kademi pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusul’ün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün

mısraları da sevgi ve muhabbetin eşsiz bir hazine değerinde en güzel ifadesi olmuştur.

Yavuz Sultan Selim vasıtasıyla İstanbul’umuza müstesna bir manevi şeref katan Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emanetlerin huzurunda aralıksız Kur’an okunması bu tâzimin en güzelini arz ediyor.

Günümüzde Allah Rasûlüne gösterilebilecek ve O’nu memnun edecek tâzimin en güzel tezahürü, ondan bize ulaşan nebevî beyanları büyük bir aşkla önce gönüllerimize sonra da yeni nesillere taşıyabilmektir. Gönüllerimizi ve dillerimizi salâvatların feyizleriyle beslemektir. Zira;

“Rasûlullah’a tâzim ve O’na saygı zâhirde ve bâtında O’nun sünnetine sarılmakla, O’nu varlıkların özü ve hülasası bilmekle gerçekleşir. Allah’ın ezelî Habibi O’dur. O’nun hâricindekiler ise O’na tâbidir. O yaratılanların ilki olduğu için Allah’ın tek oluşuna, rubûbiyetine, yokluktan varlık âlemini çıkardığı her şeye, mâden, bitki, hayvan, melek, cin, şeytan, insan ve her şeye şâhid idi.” (Bursevî)

Ol âlem fahri, Muhammed nebiler serveridir

Ver salâvat aşk ile ol günahlar eritir

PAYLAŞ:                

Abdullah Sert

Abdullah Sert Bey 1948 yılında Kütahya-Tavşanlı’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Tavşanlı’da, lise tahsilini de Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle