15 Temmuz’un Yıldönümünde Batının Darbe Geleneği ve Demokrasi Yalanı

Sözün özü, darbenin faili FETÖ olsa da onu azmettirenlerin, bu darbenin başarılı olması için çaba gösterenlerin dış odaklar olduğu ve bu dış odağa da NATO’daki sözümona müttefikimiz ABD’nin öncülük ettiği herkesin malumu. Şimdiye kadar emperyalist hedefleri için dünyadaki onlarca darbenin arkasında oldukları gibi.

NATO’nun yeni misyonunun ne olacağı meselesi geçen ayın dış politika gündeminin ana başlıklarından biriydi. Brüksel’de bir araya gelen NATO üyesi ülkelerin devlet başkanları İttifak’ın stratejik olarak çağın gereklerine göre yenilenmesini ihtiva eden bir dizi karara imza attılar. O kararların en önemlisi Rusya ile birlikte Çin’in de NATO’nun yeni hedefi haline gelmesiydi.

Biz bu analizimizde, ABD öncülüğündeki NATO’nun 2030 stratejisinin ayrıntılarını değil genel anlamda NATO ittifakına mündemiç Batı blokunun 15 Temmuz darbe girişimindeki rolü başta olmak üzere İslam dünyasındaki tahrip edici politikalarına dair bazı gerçeklerin altını çizmek, bu noktada bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

NATO’nun Tehdit Algısının “Kızıl”dan “Yeşil”e Dönüşü

İlk etapta on iki ülkenin katılımıyla kuruluşu gerçekleşen NATO, Kuzey Atlantik İttifakı olarak adlandırılıyor. NATO’nun kuruluş amacı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet yayılmasını engellemekti, daha yalın ifadeyle söylenecek olunursa “kızıl tehdit” olarak da anılan komünist yayılmacılığının önüne geçmekti. NATO için “öteki” ya da bir diğer ifadeyle “düşman” komünizmdi.

ABD’nin önderliğindeki NATO ile SSCB’nin önderliğindeki Varşova Paktı, İkinci Dünya Savaşı sonrası adına soğuk savaş denilen uzun soluklu bir mücadele içerisine girdiler. NATO ile Varşova Paktı ülkeleri arasında 1947’den 1991’e kadar devam eden soğuk savaş dönemi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile sona ermiş oldu. Sovyetler Birliği’nin NATO karşısında savunma örgütü olarak kurduğu Varşova Paktı da haliyle ortadan kalkınca bir anlamda NATO, “düşmansız” kaldı. Ama Batı bloku, komünizm tehdidinin” yerine ikame edecekleri o “düşmanı” bulmakta çok gecikmedi. Sovyetler’in yıkılışıyla son bulan “kızıl tehlike”nin yerini artık “yeşil tehlike” yani İslam aldı.

-1991 yılında İngiltere Başbakanı Thatcher, gittiği Moskova”da; “Artık Doğu-Batı zıtlaşması kesin olarak son bulmuştur. Yeni Kutuplaşma Batı ile Akdeniz ve Ortadoğu havzasındaki “fundamentalist İslamcı” cereyanlar arasında oluşacaktırdiyordu.

-1994 tarihinde NATO Savunma Bakanları Toplantısı’’nda Fransız Bakan Leotard, “NATO”nun kendisini İslamcı fundamentalizmden gelen tehdidi caydırmaya göre yönlendirmesi gerektiğini dile getirmişti.

-1995 yılında dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes ise NATO’nun yeni misyonunu şu sözleriyle netleştiriyordu; “Köktendincilik komünizmden daha tehlikeli, lütfen bu tehlikeyi küçümsemeyin. Bundan sonra NATO’nun misyonu İslam fundemantalizmiyle mücadele olacaktır.”

-Yine o dönemlerde Samuel Huntington gibi ABD’li siyaset bilimciler Bernard Lewis gibi gazeteciler, “fundamentalizm”, “köktendincilik” gibi etiketlemelerle İslam’ı, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı Batı dünyasına yönelmiş en büyük tehdit olarak gösteren kampanyaların öncüleri oldular.

-Batı Blokunun siyasetine yön verenlerin ve entelektüellerinin demeçlerine yansıyan NATO’nun bu yeni misyonunun sahadaki yansıması 1992 yılında oldu. Cezayir’de, İslami Selamet Cephesi’ne yönelik gerçekleştirilen askeri darbe siyasal İslama yönelik başlatılan savaşın en kanlı olanıydı. Fransa öncülüğündeki Batı bloku Cezayir’de İslami çizgideki bir siyasi partinin iktidar gelmesini, Batı için korkunç bir tehlike olarak nitelemiş ve Cezayir ordusuna darbe yaptırarak bu “tehlikeyi” bertaraf etmişti! Batı destekli darbenin neden olduğu ve on yıl sürer kaotik ortamda Cezayir, 200 binden fazla evladını kaybetti, milyarlarca dolarlık ekonomik kayba uğradı.

-2001’de ise 11 Eylül sonrası Afganistan “İslami terörle mücadele” yaftası ve kılıfıyla işgal edildi. Bu işgalin neden olduğu insani, ekonomik ve sosyal tahribatın boyutlarını ifade etmek o kadar güç ki…

-Ardından peşi sıra “demokrasi getirmek” iddiasıyla Irak’ın işgali geldi. Kanlı işgal, Irak’a sözü verilen “demokrasi” yerine Irak halkı başta olmak üzere tüm bölgeye büyük bedeller ödetecek siyasi ve güvenlik alanında kaos getirdi.

Arap Baharının Sonlandırılmasında Batı’nın Rolü

17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan ve domino etkisiyle diğer Arap ülkelerine sıçrayan Arap halk isyanlarında sokaklarda dillendirilen taleplerin başında despot yönetimlerin son bulması, özgürleşme ve demokratikleşme geliyordu. Birçok ülkede halk isyanları diktatörlerin yıkılmasını sağlasa da halklar devrimlerinin çalınmasının önüne geçemedi. Batı ile el ele veren bölgenin despotik yönetimleri, halkların devrimlerini çalmayı, Arap Baharını kışa döndürmeyi başardılar. Halkların iradesinin yönetimlere yansımasının önüne geçtiler bir başka ifadeyle.

Mısır tarihinin gelmiş geçmiş tek seçilmiş Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi iktidarına bir yıl dahi tahammül etmediler. Arap halklarının özgürleşmesine savaş açan Körfezin despotik monarşileri, Batı blokunun verdiği siyasi destek ile “siyasal İslamcı” diye ötekileştirdikleri ve kriminalize ettikleri Muhammed Mursi iktidarını ekonomiden, medyaya sahip oldukları tüm enstrümanları devreye sokarak boğdular.

3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da demokratik yollarla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi, Savunma Bakanı Abdufettah es-Sisi tarafından gerçekleştirilen darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Kanlı bir şekilde Mısır halkının iradesinin gasp edilmesini dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry “Demokrasiyi korumak için darbe yapıldı” diyerek meşrulaştırmaya çalışıyordu.

Arap halk isyanları süreci jeopolitik anlamda iki blokun ortaya çıkmasına neden oldu. Bir tarafta bölge halklarının demokratikleşme taleplerinin yanında duran blok, (ki bunlar başında Türkiye ve Katar geliyor) öte yanda ise mevcut statükonun yani despotizmin sürmesinden yana olan blok. Mevcut statükonun sürmesi için canhıraş mücadele eden BAE ve S. Arabistan öncülüğündeki Körfez monarşileri, bölgede demokratik bir sürecin işlemesini akamete uğratmak için ABD öncülüğündeki Batı emperyalizmi ve İsrail ile dayanışma içerisinde oldular. Bir anlamda kazan-kazana dayalı bir güç birliğiydi bu dayanışma.

Bölgenin kokuşmuş rejimleri yönetimlerine tehdit olarak gördükleri ve “Siyasal İslamcıları” diye de ötekileştirdikleri muhafa-zakârlar çevreleri siyasetin dışına iterken, kokuşmuş rejimler yerlerini koruyacaktı. O kokuşmuş rejimleri rehin tutan ABD ve İsrail de jeopolitik anlamda bölgesel çıkarlarını tahkim etmeyi sürdüreceklerdi.

Bugün gelinen nokta itibariyle bu durum gerçekleşmiş bulunuyor. Bölge halklarının demokratikleşme, özgürleşme talepleri ya darbeler ya güç kullanılarak ya da söz konusu ülke kaosa sürüklenerek boğulmuş vaziyette. ABD ve İsrail hegemonyasına esir durumdaki antidemokratik rejimler ise koltuklarını korumaya devam ettirmekte.

Körfezin despotik rejimlerinin borazanlığını yapan kimi dalkavuk yazarlar, gazeteciler, sosyal medya trolleri savundukları rejimlerinin, Filistin halkına kan kusturan işgalci İsrail ile yakınlaştırmasını savunurken dillerine pelesenk ettikleri bir yaklaşım var; “İsrail ile biz aynı siperdeyiz” şeklinde. Türkiye’den istenilen de işte tam olarak buydu. İsrail ile aynı siperde olmak, tıpkı her şeyleriyle ABD ve İsrail hegemonyasına boyun eğen ülkeler kıvamına gelmesiydi.

Gezi Parkı eylemlerinin amacı çevre olmadığı gibi 17-25 Aralık operasyonun gerçek amacı da hukuk değildi. Dış odaklı her iki o operasyonun hedefi Türkiye’yi, yönetilemez bir ülke haline getirerek rehin almaktı. Türkiye’nin bölgesel çıkarlarını değil ABD ve İsrail’in çıkarlarını önceleyen ülke durumuna getirmekti. Türkiye’yi İsrail ile aynı sipere sokmaktı, ama başaramadılar. Türkiye’yi rehin alabilmek için de darbeyi son çare olarak devreye soktular. Ama bu hain girişim de Türk halkının şanlı direnişine çarparak amacına ulaşamadı.

Sözün özü, darbenin faili FETÖ olsa da onu azmettirenlerin, bu darbenin başarılı olması için çaba gösterenlerin dış odaklar olduğu ve bu dış odağa da NATO’daki sözümona müttefikimiz ABD’nin öncülük ettiği herkesin malumu. Şimdiye kadar emperyalist hedefleri için dünyadaki onlarca darbenin arkasında oldukları gibi.

Türkiye’deki başarısız darbeyi azmettiren odaklarının bu darbenin başarısızlığa uğramasından ne denli üzüntü duyduklarını, Amerikan ordusundan emekli eski bir asker Ralph Peters darbenin hemen ertesi günlerinde sıcağı sıcağına neoconların kanalı Fox News’deki değerlendirmesinde şöyle dile getiriyordu:

-Türkiye’deki başarısız darbe, yönetimin İslamlaşmasını ve toplumsal düşüşü önlemek açısından Türkiye’nin son şansıydı. Trajik bir başarısızlığa uğrayan bu darbe, bir ülkeyi ele geçirme girişimi değildi; sahipsiz bir umuttan ibaretti. Türkiye, askerlerin kendi çıkarları uğruna dizginlere sarıldığı bir muz cumhuriyeti değil. Türk Silahlı Kuvvetleri, neredeyse yüz yıldır ülkenin laik anayasasının bekçiliğini yapmakta... Şimdi, yeni Osmanlıcı vizyonuyla Erdoğan, bu darbeyi ülkenin İslamlaşmasını hızlandırmanın ve Türkiye’yi İslâm âlemini kaplayan karanlığa sürüklemenin gerekçesi olarak kullanacak...

- Toparlarsak, arkasında ABD’nin olduğundan kimsenin şüphe duymadığı başarısız darbe girişiminin üzerinden 5 yıl geçti. Darbenin azmettiricisi, darbenin taşeronunu ülkesinde himaye etmeyi sürdürüyor.

ABD’deki müesses nizam ise darbeyle deviremediği “İslamcı” diye ötekileştirmeye çalıştığı Erdoğan yönetiminden kurtulmaktan, Türkiye’yi rehin alma, hegemonyasına boyun eğdirme arzusundan da vazgeçmiş değil. Bu niyetlerini de açık açık dile getirmekten çekinmiyorlar nitekim. ABD’nin mevcut başkanının seçimler sürecinde kendisiyle gerçekleştirilen bir televizyon programında; “Türkiye’de muhalefeti destekleyerek iktidarı değiştireceğiz. Darbe ile değil, seçimle” sözleri unutulmuş değil.

Sonuç olarak ABD öncülüğündeki NATO’nun, soğuk savaş sonrası düşman bellediği “kızıl tehlike”nin ortadan kalkmasıyla onun yerine ikame ettiği “yeşil tehlike” yani İslam dünyasına yönelik yürüttüğü savaşın neden olduğu maddi manevi yıkım gerçekten çok büyük olmuştur. Bu tahribatın ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz bu coğrafyanın toplumsal dinamiklerinin özellikle de son derece kullanışlı piyonlarının çokluğunu ve etkisini göz ardı etmiyoruz elbette. Bugün, İslam dünyasının çok büyük bir bölümü emperyalist Batı açısından önemli oranda “tehdit” olmaktan çıkmış, ABD hegemonyasının elinde rehin durumundadır. Bu noktada Türkiye, bu hegemonyaya boyun eğmeye razı olmayan, kendi çıkarları hatta mazlum ümmet coğrafyanın çıkarları doğrultusunda direnen neredeyse tek İslam ülkesi olarak kalmıştır.

Bugün değişen jeopolitik dengeler, NATO’nun “tehdit” algısında bir güncellemeyi beraberinde getirmiştir. Geçen ayki son NATO zirvesinde 20. yüzyılda Sovyet Rusya’ya karşı kurulan Atlantik Paktı, 21. Yüzyılda Rusya ile ‘yeni düşman’ olarak Çin’i hedefine koymuştur.

***

ABD öncülüğündeki NATO’nun, soğuk savaş sonrası düşman bellediği “kızıl tehlike”nin ortadan kalkmasıyla onun yerine ikame ettiği “yeşil tehlike” yani İslam dünyasına yönelik yürüttüğü savaşın neden olduğu maddi manevi yıkım gerçekten çok büyük olmuştur.

***

ABD Emperyalizminin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı

-ABD’nin dış politika uzmanlarından William Blum “Emperya­lizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı” kitabında Amerika’nın darbeler siciline ilişkin verdiği rakamlar son derece dikkat çekici;

“ABD yönetimleri en az 30 ülkede demokratik seçimlere doğrudan müdahale etmiştir, 50’den fazla yabancı lideri öldürtmeye çalışmıştır. 30’dan fazla ülkenin üzerine bomba yağdırmıştır. 20 ülkede halkçı ya da ulusalcı hareketleri bastırmaya çalışmıştır. Toplam olarak, 1945’ten beri Amerika Birleşik Devletleri 71 ülkede yukarıda geçen eylemlerden bir ya da birkaçını gerçekleştirmiş, bunun sonucunda binlerce insanın hayatını yitirmesine, milyonlarcasının acı ve çaresizlik içinde kıvranmasına ve binlerce kişinin işkence görmesine sebep olmuştur.”

Türk Halkı NATO’ya Güvenmiyor

Areda Survey tarafından yapılan bir araştırma Türk halkının NATO’ya güvenmediğini ortaya koydu. Türkiye-NATO ilişkilerinin irdelendiği araştırmaya göre, vatandaşların yüzde 51.7’si NATO’nun Türkiye’yi kendi çıkarları için kullandığını ifade ediyor. Türkiye’nin NATO’daki tek Müslüman ülke olduğuna işaret edilen araştırmada, katılımcıların yüzde 90.3’ü, muhtemel bir anlaşmazlıkta NATO’nun Türkiye’nin yanında yer alacağına inanmıyor. 7-8 Haziran’da gerçekleşen 2 bin 477 kişinin katıldığı araştırmada katılımcıların yüzde 70.4’ü Türkiye’deki NATO üslerini milli güvenlik sorunu olarak görüyor.

Darbelerin Arkasında NATO Var

Araştırmaya katılan vatandaşlara NATO ile darbe teşebbüsleri arasında ilişki olup olmadığı da soruldu. “Geçmişte Türkiye de yaşanan askeri darbelerin/müdahalelerin arkasında NATO’nun rolü olduğuna inanıyor musunuz” şeklinde yer alan soruya, katılımcıların yüzde 75.9’u ‘evet’ dedi. Bu soruya ‘hayır’ yanıtı verenlerin oranı ise yüzde 24.1

PAYLAŞ:                

Beytullah Demircioğlu

1967 İstanbul’da doğdu. Ortaöğretimini Üsküdar İ.H. Lisesi’nde tamamladı. Mısır El-Ezher Üniversitesi / Usul-ud Din Fakültesi’nden 1991 yılında mezun oldu. 1991 yılında Altınoluk Dergisi’nin yazı iş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle